10 Mart 2017 Cuma

Başkaldırı için felsefeyi seçtim.

Başkaldırı için felsefeyi seçtim

İstanbul’da ‘sürgün bir ailenin’ çocuğu olarak doğdu, ‘sürgün yeri’ olarak algılanan Erzurum’a gönüllü gitti. Dünya Felsefe Federasyonu Başkanlığı’na kadar yükseldi. Hep ülkesi ve insanlık için çalıştı. 


    Beni felsefe yapmaya götüren, yaşamda her gün karşılaştığımız bir olgudur: aynı kişi, eylem, olay ve eserlerin farklı kişilerce farklı değerlendirmesi. Bu olaya, kalemle başkaldırmaktır...
40’lı yıllar. Çocuk Kuçuradi “Güzel bir hanımdı” dediği annesi Efimia Hanım’la İstiklal Caddesi’nde. Kuçuradi “İstanbul benim memleketim ve o dünyada bir tane” diyor. Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı ve Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü. Türkiye’de felsefe denince ilk akla gelen, üniversitelerdeki kürsüleri kuran, hocaların hocası bir isim. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da felsefe ve insan hakları deyince ilk akla gelenlerden.‘Felsefenin anası’ denilerek Dünya Felsefe Federasyonları Başkanlığı’na da seçilen Prof. Kuçuradi ile 10 Aralık İnsan Hakları Günü öncesinde görüştük. İnsan sevgisi, sabrı ve bilgisiyle insanı şoke eden Kuçuradi’nin hayatı, kendi deyimiyle ‘Nefes nefese’ geçiyor. 6.30’da uyanıyor, 22.30’a kadar ders veriyor. 5 dilde konferans verebiliyor, bugünlerde İnsan Hakları ve etik sorunu üzerine vakıf çalışmalarıyla ilgileniyor. Ailesi sürgün edildiği ve ‘sakıncalı’ bulunup yurt dışına çıkışına bile izin verilmediği halde dahi hep Türkiye ve dünya için bir şeyler yapmaya çalışan Ioanna Kuçuradi’nin hayatı 
İstanbul’da 1936 yılında doğan bir kız çocuğu, nasıl dünyanın önde gelen felsefe profesörlerinden biri haline geldi? Çocukluğunuz ve o ‘karne günleri’, sizin üzerinizde nasıl bir etki yarattı? 
Annem ve babamın hiç kavga ettiklerini görmedim, duymadım. Annem beyaz yalan dahi söylemezdi. Onların ölçütlerine pek uygun yaşamadığım halde, örneğin lise yıllarımda akşam tek başıma tiyatro ve konsere giderdim, hayatımı hep kolaylaştırdılar. Onları minnetle anıyorum şimdi. Babam İstanbul doğumlu bir Sisamlı. Annem ve ailesi dört yaşındayken Çorlu’dan İstanbul’a göç etmeye mecbur edilmiş. Sosyal bakımdan sıradan bir aile. Karneyi 1942 yılında babamın askere gidişiyle birlikte hatırlıyorum. İlkokula gittiğim gün, doğru hatırlıyorsam babamı da Mardin’e yolcu ettik. O sırada 45 yaşına kadar olan doktor ve eczacılar askere alınmıştı, eczanemizin sorumluluğunu annem üstlendi. İnsanların çoğunun duyduğu birçok ihtiyacı, örneğin tatil yapma ihtiyacı duymamam ve dünyamızın sürüklendiği tüketim toplumuna karşı etik nedenlerin dışında da tepki duymamın köklerinin bu dönemde atıldığını söylenebilir.
7 eylül’ün yağ kokusunu hatırlıyorum
-6-7 Eylül 1955 olaylarını siz nasıl yaşadınız? Yaşadığınız acılara rağmen bu ülkeye hizmet vermeye devam etmenizin kökeninde nasıl bir sevgi olabilir?
7 Eylül günü İstanbul’da dolaştım. Gördüklerimi ve sokaklardaki kokuyu, yağ kokusunu iyi hatırlıyorum. Yaşadığım bu olayı ve aynı nitelikte başka olayları Sivas’ı, Maraş’ı, vb. olayları düzenleyenlerin ve kullandıklarının etik cehaletine bağlıyorum. Doğduğumuz yeri biz seçmiyoruz, annemizi-babamızı seçmediğimiz gibi. Ama bu rastlantıya sahip çıkmayı insan olma sorumluluğumuzu taşımanın bir parçası olarak görüyorum. Nietzsche’nin amor fati (Kaderini sev) dediği böyle bir şeydir. Yanımızdakinden başlayarak elimizin, kalemimizin uzanabildiği yere kadar gitmemiz gerektiğini, insanları siyasal ve ekonomik nedenlerle göç etmek zorunda bırakan politikacıların da ne yaptıklarının farkına varmalarına yardımcı olmak gerektiğini düşünüyorum.
-Adınız ve soyadınız ne anlama geliyor, hayatınızın zorlaştığı ya da kolaylaştıkları anlar oldu mu?
Adım İbranice’de, bana söylendiğine göre ve etimolojisinin sorumluluğunu taşımamak koşuluyla, ‘Tanrının armağanı’ demekmiş. Erili Ioannes/ Johannes/ Yahya’dır. Soyadımı Türkçeye çevirirsek Kütükoğlu olur. Adımın-soyadımın böyle olmasını kimileri, geçerli olduğu bir zemin bulunca, kullanmaya çalıştı. Girişimleri bazı defa başarılı oldu. Ülkemizde her türlü ayrımcılığa bilinçli bir şekilde karşı olan insanlar göreli olarak az değildir. Kolaylaştırma örneği olarak da ülkemizde ayrımcı muameleye uğrayan insanların bana birçok durumda güven duymaları örneğini verebilirim.
-Felsefe okumaya nasıl karar verdiniz?
Beni felsefeye ve felsefe yapmaya götüren, yaşamda her gün karşılaştığımız bir olgudur: Aynı kişilerin, eylemlerinin, olayların, eserlerin farklı kişiler tarafından farklı hatta taban tabana zıt değerlendirilmesidir. Aynı şeyin bu farklı değerlendirmelerinin yaşamda yarattığı sorunları hepimiz biliyoruz. Bu olgunun teorisini yapmak, yani insanların, benim ‘değer biçme’ ve ‘değer atfetme’ dediğim amacından sapmış şekilde gerçekleştirilen değerlendirmeler yaparken ne yaptıklarının farkına varmalarına ve böyle değerlendirmelerden kaçınmalarına yardımcı olmak, bu olaya kalemle başkaldırmaktır.
-Bugün bile ‘Şark hizmeti’ görülebilen Erzurum’a 1965 yılında gönüllü giderek Atatürk Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmaya nasıl karar verdiniz?
Beni İstanbul Üniversitesi’ne aday asistan olarak alan, 147’lerden olan Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu idi. Ama diğer hocalar asaletimi tasdik etmedi. 147’ler geri dönünce, hocam beni üniversiteye almak istedi. İkinci defa girdiğim asistanlık sınavında üç jüri üyesinden biri 10 üzerinden 10, diğeri 0, üçüncüsü ise not vermemiş. Sınavdan geçmeme rağmen birkaç gün sonra aynı zamanda dekan da olan hocamız ‘Yanlış hesap Bağdat’tan döner’ diyerek sınavı başarısız ilan etti. Bu olaydan sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi benim hocamdan asistan tavsiye etmesini isteyince ‘Ben gideyim’ dedim ve herkesin yadırgamasına rağmen Erzurum’a gittim.
YANIMDA SADECE KÜÇÜK PRENS’İ GÖTÜRÜRDÜM
-Öğrencileriniz sizin için ‘Israrla Kant hakkında soru soran eğlenceli ve zeki öğretmen’ ve ‘Felsefenin annesi’, ‘Sabrının sınırının olmadığının belgesi’ diyor. Dünya filozoflarının da böyle söylediğini duyduk. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Kendimi tanımlamayı düşünmedim, çocukların dediği gibi oldukça sabırlıyım. Çocuklarım iyi bir şey söylemek, beni övmek istiyor ama zeki olmak, yani hızlı bağlantı kurmak ya da bağlantıları/ bağlantısızlıkları görmek, iki taraflı kesen bir bıçaktır. Kant etik tarihine aşılamayacak, olsa olsa onun yanına koyabilecek bilgiler getiriyor: İyi isteme, pratik buyruk gibi (yani insanlara araç olarak değil, amaç olarak muamele etmek). Ancak bence ‘iyi isteme’ insanca yaşamak için şartsa da tek başına yetmez. Etik görüşümde bu noktadan yola çıkıyorum. Amerika’da toplanan 21. Dünya Dünya Felsefe Kongresi sırasında Amerikalı diğer aday karşısında seçildim. ‘Felsefenin anası’ ifadesini öğrencilerimden başka federasyondaki kadın meslektaşlarım da kullanmıştı.
-Albert Camus’nün Veba’da söylediği gibi ‘Aydınlanmamış iyi niyet kötülük kadar zararlı olabilir’ mi?
Kant’ın iyiyi istemesi, iyi niyet vardır ya, Camus onu tamamlar: İyiyi istemek, kötüyü istemek kadar zarar verir aydınlanmamışsa. Son derece önemlidir Kant’ın dediği, son derece önemli ama yetmiyor etik yaşamak için. Ondan sonrasını ben ele alıyordum bir kitapta. O kitabımı size vermek isterdim, ancak şu anda yanımda yok.
-Hiç ayrılamadığınız kitabınız var mı?
Ayrılamadığım kitabım yoktur ama şöyle söylerim: Hani sorarlar ya ‘Seni ıssız bir adaya gönderseler hangi kitabı alırsın yanına?’ diye, ‘Küçük Prensi’ alırım. Bir hazinedir Küçük Prens kitabı. İnsan durumlarıyla ilgili örnekleri müthiştir.
-İnsan ilişkilerinin ‘kolay kullanım kılavuzu’ olur mu? Öğrencileriniz insan hakları’ alanında neler yaşıyor?
Kılavuzu olmaz, egomuzu törpüleyerek olur. En zor şeydir insan ilişkileri. Çocuklara insan hakları dersinde şunu söylüyorum: Siz burayı bitirdiğinizde ihlali dikkat sarfederek görmeyeceksiniz; o gelip size çarpacak. Görünce rahatsız olmak ve bir de yapabildiğini yapmak var. Sen ne yapabilirsin? İhtiyaçlara bakarak geliştirdiğim dört derslik bir felsefe eğitimi programını on yıldan beri Donkişot’ça gündeme getiriyorum.
-Sevgi ilelebet sürebilir mi? Çiftler neden aldatır?
O kişiyi, o kişi diye seviyorsanız tabii sürer. Derste ‘değerleri’ konuşurken bazen sorarım: ‘Siz sık sık neden kız arkadaşlarınızı ve erkek arkadaşlarınızı değiştiriyorsunuz?’ Öğrenciler şaşırıyor. Çünkü siz onu o olduğu için sevmiyorsunuz, o sadece bir ihtiyacınızı karşılıyor. Ve karşılanmaz olduğunda sık sık ‘güle güle’ diyorsunuz. Esas sevdiği o değil çünkü... Kendisini seviyor.
-Siz, kadın olmaktan kaynaklanan bir güçlük yaşadınız mı hayatınızda? ABD’den daha fazla üniversiteli kadın yöneticimiz olmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Bu, Atatürk devriminin bir sonucu olarak görünüyor. Üniversitelerimizdeki kadınlar yaptıkları işe, genellikle, erkeklerden daha çok dört elle sarılıyor. Sorunun ikinci kısmına gelince: Ben kadın olmaktan kaynaklanan bir güçlükle (galiba) karşılaşmadım. Ya da: kimilerinin zorluk saydığını, ben güçlük saymıyorum. Değerli amaçlara doğru yürüyorsanız, karşınıza çıkan engelleri aşmayı ve şikayet etmemeyi öğreniyorsunuz.
Bir insan bile çok şey yapabilir
sDünya İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bir tarafa, sizin kriterlerinize göre insanca yaşabilmek ne gerekiyor?
Madde sayamam, şunu söyleyebilirim: İnsanca yaşayabilmek için her şeyden önce, kadın-erkek, Türk, Fransız, Avrupalı, Amerikalı veya Afrikalı olmaktan önce insan olduğunuzun farkında olmalısınız. İnsan türünün olanaklarını, diğer canlılardan farkını yaratan olanaklarını bilmek ve ‘insan onuru’ dediğimizin ne olduğunun farkında olmak, nasıl koruyabileceğimizi bilmek gerekiyor...
-İnsan hakları ve etik konusunda bilgilendirme için dört bölümlük bir belgesel hazırladınız. Belgeselin amacı ve içeriği nedir?
Akıntıya Karşı adlı birinci bölümün amacı etik ilkeler olarak insan haklarının önemine ışık tutmak ve bu öneminin farkına vardığı takdirde bir tek kişinin, insan haklarının tamamen yok sayıldığı savaş durumunda bile neler yapabileceğine dikkat çekmektir. İnsan Onuru, Kimin Onuru? adlı ikinci bölüm onur/ haysiyet (dignity) kavramının içeriğine ışık tutuyor. Ve onun genel olarak karıştırıldığı şeref/ gurur (honour/ pride) gibi kavramlardan farkına dikkat çekip insan onurumuzu uğradıklarımızla değil, yaptıklarımızla koruduğumuzun ya da ayaklar altına aldığımızın altını çizmeye çalışıyoruz. Niçin Devlet? başlıklı bölümde insan haklarının kişiyi devlete karşı korumak için olduğu yaygın kanısı üzerine düşündürmek amacındayız. Hoşgörü, Nereye Kadar? başlıklı son bölümdeyse bir kişi tutumu olarak ve kamu işlerinin düzenlenmesi ve yürütülmesinde bir ilke olarak hoşgörüye/ toleransa ışık tutmak amaçlanıyor.
Röportaj: 15.12.2013-Selim Efe Erdem

Acı çekmemizin nedeni bilgisizlik!

Prof. Ioanna Kuçuradi:

 Acı çekmemizin nedeni bilgisizlik!

Prof. Ioanna Kuçuradi: Acı çekmemizin nedeni bilgisizlik!Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı ve Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi.

Neredeyse tüm kariyeriniz boyunca insan hakları üzerine çalıştınız. Bu konuda ne söylemek istersiniz? İnsan haklarıyla ilgili ilk yazım 1980 yılında kaleme alındı, ilk felsefe yazım ise 1959 yılında. Ben insan hakları konusunda, eğitimin dışında, çok az yapılan bir işi yapmaya çalışıyorum. Bu da, insan hakları kavramlarının içeriğini bilgisel olarak ve bilgiyle temellendirilebilir bir şekilde belirlemektir. Bu yapılmayınca, insan haklarını herkes istediği yere çekiyor, en iyi durumda ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin “yorumlar”ı emsal olarak kullanılıyor. Ne var ki, fikirleri bilgisel olarak kavramlaştırmak –ve insan hakları fikirlerdir– felsefe işidir. Uluslararası belgeler de, hukuk da –anayasalar dâhil– felsefî olarak açıklığa kavuşturulmuş insan hakları normlarından türetilmeli.
Neredeyse tüm kariyeriniz boyunca insan hakları üzerine çalıştınız. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
I. K: İnsan haklarıyla ilgili ilk yazım 1980 yılında kaleme alındı, ilk felsefe yazım ise 1959 yılında. Ben insan hakları konusunda, eğitimin dışında, çok az yapılan bir işi yapmaya çalışıyorum. Bu da, insan hakları kavramlarının içeriğini bilgisel olarak ve bilgiyle temellendirilebilir bir şekilde belirlemektir. Bu yapılmayınca, insan haklarını herkes istediği yere çekiyor, en iyi durumda ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin “yorumlar”ı emsal olarak kullanılıyor. Ne var ki, fikirleri bilgisel olarak kavramlaştırmak –ve insan hakları fikirlerdir– felsefe işidir. Uluslararası belgeler de, hukuk da –anayasalar dâhil– felsefî olarak açıklığa kavuşturulmuş insan hakları normlarından türetilmeli.

 “TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI ZİKZAKLI BİR YOL İZLİYOR”
Türkiye'nin insan hakları karnesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Karne' kelimesini sevmiyorum. Bir devlet, önleyemediği veya kendi organlarının yaptığı insan hakları ihlalleri için, pek tabiî ki, eleştirilebilir, eleştirilmesi gerekiyor da. Ama bir devlete “öğrenci” muamelesi yapılmasına karşıyım. Türkiye'de insan hakları zikzaklı bir yol izliyor. Korkunç ihlallerin yaşandığı 80'li­ 90'lı yıllardan sonra, yapılan yoğun çalışmalarla –hükümetlerde insan haklarından sorumlu bir devlet bakanın olması, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunun bu konularla ilgili olarak 1998­-2002 yıllarında hazırladığı 10 rapor, 1998-­2005 yılları arasında kamu görevlilerine yapılan yoğun insan hakları eğitimi, önemli bazı uluslararası insan hakları belgelerinin imzalanması ve onaylanması gibi–, bazı türden ihlallerin azalmasını bazılarının da ortadan kalkmasını sağladı. Ama bu arada yeni ihlal türleri ortaya çıktı. Kesintiye uğramış olan insan haklarının eğitimini, özellikle de etik eğitimini, ülke düzeyinde, kesintisiz sürdürmek gerekiyor.
“BİLGİSİZLİKTEN ACI ÇEKİYORUZ”
Özgürlük, en kutsal, en temel hakkımız. Hâlâ neden acı çekiyoruz?
‘Özgürlük' çok sorunlu bir terim. Herkes ‘özgürlük' istiyor, ama aslında neyi istediklerini sorarsanız, insanların çoğu, o anda istedikleri ama yapamadıkları –yapmaya haklı­haksız engellendikleri– ne ise, onu söyler. Kişi açısından bakıldığında, en temel hakkımız yaşamaktır. Devlet açısından bakıldığında ise, temel haklar bir bütündür, ama farklı yollardan korunabilen türleri var. Yaşamak bir temel haktır, ama beslenmek de barınmak da birer temel hak.
Neden acı çekiyoruz? Çok kestirme bir cevap verirsem ‘bilgisizlikten’ diyebilirim, ve bilgisizliğin yarattığı sonuçlardan. İnsan kendini tutabilen bir varlıktır. Hayvanlarla arasındaki farkıdır bu. Ama eğitimde kişilere kendilerine hâkim olmayı, kendilerini tutabilmeyi öğretmiyoruz. Öğrenenler ise, kendilerini tutmaya ihtiyaç bile duymazlar, yapmamaları gereken şeyleri doğal bir şekilde yapmazlar.
“YARATICI İNSAN YETİŞTİRME İSTEĞİMİZ TEORİDE KALIYOR”
44 yıldır hocalık yapan biri olarak. Eğitim sistemimizdeki eksiklikler olarak neleri sayarsınız?
Bu yıllar içinde eksiklikler de değişmiştir. Ama son 20 yılla yetinirsem, diyebilirim ki en temel eksikliklerden biri, olanlarda ve olan bitenlerdeki bağlantıları görememe, söylenen bir cümlenin emplikasyonlarını görememe; başka biri de objeye/nesneye bakmayı öğrenememe. Modüler kafalar oluşuyor böylece. Eğitimimizde eksik olan bir şey de, kişilerin etik yeteneklerini geliştirecek çalışmalardır. Eğitimde, yaratıcı insanlar yetiştirmek istediğimizi söylüyoruz, ama kişilerin etik yeteneklerini geliştirmek için ya bir şey yapmıyoruz, ya da yapınca, ezbere yapıyoruz. Bu sonuncusunun tipik bir örneği, bir saatlik seçmeli bir ders olarak konan “değerler eğitimi”dir. 20 dakikalık konferanslarla değer eğitimi yapılamaz. Etik eğitimi yürünecek bir yoldur –öğrencinin bir süre içinde yürüyeceği, öğretmenin de (becerebiliyorsa) yürüteceği bir yol. 12 yıllık temel eğitim herkes için aynı olmalı, yani temel eğitim meslek eğitimi olmamalı. Yalnız üniversite eğitimi değil, meslek eğitimi de “insanlaşma eğitimi” dediğim bu eğitimden sonra yapılmalı.
“FELSEFE BANA ŞİİR KAPISINI KAPATTI”
Bir çok kişi için felsefenin bilge annesi olarak bir rol modelsiniz. Felsefe günlük hayatınızda Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak size hangi kapıları açtı ve hangi kapıları kapattı?
İşbaşında kendimi kadın olarak görmedim, görmüyorum. Kendimi değil, yaptığım işi ciddiye alıyorum. Felsefe bana olan bitenlerde gördüğümü temellendirmeyi ve söylediklerimin bilgisel temelini göstermeyi sağladı, sağlıyor. Öğretmenlikte, genel olarak da insanlarla ilişkilerimizde, söylediğimizin bilgisel kaynağını gösterebilmek ve savlarımızı bilgiyle temellendirmek önemli. Ama felsefe şiir yazma kapısını kapattı bana.
“HAKARETİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ SAYMAK ÇOK SAKINCALI”
Türkiye’deki otosansürlü konulara ve tabulara baktığınızda hangilerinden kurtulmamız düşünce evreninin olumlu yönde açılmasına olanak sağlayacak?
Yaşamlarında etkilere/uyarıcılara tepkilerle yaşayanların kendilerine sansür koymayı öğrenmeleri önemlidir, derim. Ama “olanı” dile getirmekten alıkoyan bir sansürden kurtulmakta yarar var genellikle. Felsefede ‘tabu' diye bir şey yoktur, ama tabulara bilgiyle “dokunmak” koşuluyla. En önemlisi de tabular yaratmamaktır, ama aynı zamanda “her şeyi” söylemeyi –hakaret etmek de bu arada, bugün yapıldığı gibi– “ifade özgürlüğü” adına savunmak da çok sakıncalı. “Neden?” diye sorarsanız, “çünkü bu, insan haklarını getirmemizin amaçlarına ters düşüyor” derim. Birbirimize serbestçe hakaret etmek için istemiyoruz herhalde düşünce ve kanaat özgürlüğünü.
ÜNİVERSİTELERİMİZDE 87 FELSEFE BÖLÜMÜ VAR
Türkiye’de felsefenin geldiği yeri dünya felsefesi ile kıyaslarsak nasıl anlamalıyız?
Türkiye'de felsefe geçen 40­50 yılda önemli bir yol yürümüştür. Telif ve çeviri olan yayınların sayısı artmış, üniversitelerde Felsefe Bölümleri artmış, yaygın eğitim çalışmaları çoğalmış, ulusal ve uluslararası toplantılar artmıştır. Bütün bu çalışmalar aynı düzeyde değil, ama dünyanın hiçbir yerinde de değil. Çok başarılı az sayıda çevirilerin yanında çok çok problemli çeviriler de yayınlanıyor, çünkü yayınevlerinin çoğu onları denetlemeden, olduğu gibi basıyor. Üniversitelerimizde 87 Felsefe Bölümü var. Ulusal ve uluslararası felsefe seminerleri, kongreler yapılıyor. Türkiye Felsefe Kurumu 21. Dünya Felsefe Kongresine 2003'te evsahipliği, 2007'de Dünya Felsefe Gününe evsahipliği, Uluslararası Felsefe Olimpiyatlarına da iki defa evsahipliği yaptı. Orta öğretimde felsefe, zorunlu bir derstir. Ancak orta öğretimde “Felsefe”, “Felsefe Grubu Dersleri”ni veren, yani Psikoloji ve Sosyoloji Bölümü mezunları tarafından da okutuluyor. Ve ders kitaplarındaki problemleri de katarsak, felsefe dersi, çok defa –istisnalar dışında–amacına ulaşamıyor.
“FELSEFENİN YAYGIN EĞİTİMİ İÇİN MEDYAYA İHTİYAÇ VAR!”
Medya-­felsefe ilişkisi açısından bakarsak insanın gelişiminde çok önemli bir rol oynayan kapitalizm içinde sıkışan medya nasıl şekillenmelidir? Bilgiyi hangi kaygıları taşımadan bireye taşımalıdır?
Medya, felsefenin yaygın eğitimi için –olan bitene etik değer bilgisiyle bakmanın ve bu perspektifi de katan bakışın yaygınlaşması için– çok önemlidir. Ama böyle programlara çok az yer veriliyor. Talep çok defa yapay olarak yaratılıyor. Medyanın özerk olmasını istiyoruz. Neden? Kurumlar olarak amaçlarını gerçekleştirmek için istiyoruz, o amaçlara ters düşen yayınlar yapmaları için değil. Bu amaçlar üzerine ne kadar düşünülüyor? “Bilgiyi hangi kaygıları taşımadan sunmalı?” sorusunun cevabından önce, “bilgi diye bilgi olmayan şeyleri sunmamalı”, derim.
“ÜLKEMİZ ÇELİŞKİLER ÜLKESİ”
Mevcut siyasi konjektürdeki geriye gidişleri ve eğitim sistemini de düşünürsek, Türkiye’nin aydınlanma yolculuğundaki geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Ülkemiz bir çelişkiler ülkesidir: Çok değerli işler yapıldığı gibi, yanlışlar da yapılıyor. Değişiklik bunların oranlarındadır. ‘Aydınlanma' ile ilgili olarak 18. yüzyılda çok önemli bir görüş getirmiş olan Kant, “aydınlanmayı, kişinin kendi iradesiyle düştüğü toyluk durumundan çıkması, bilmeye cesaret etmesi” olarak tanımlıyor. Günümüz dünyasındaki olayları düşünerek, aydınlanmayı “kişinin belirli bir durumda eylemde bulunurken, o konuyla ilgili bilgiye ve etik değer bilgisine dayanarak bunları yapması” şeklinde dile getirmek istiyorum. ‘Bilgi'den de, onu ortaya koyandan bağımsız bir nesnesi (hakkında olduğu bir şey) olan önermeleri/yargıları anlıyorum. Böyle bir temele dayanarak düşünen, buna göre de kararlar veren ve eylemde bulunan kişiler de, olan biten hakkında enformasyon eksikliğinden yanlış yapabilirler. Ama böyle yapmayanlara oranla çok daha az yanlış yaparlar.
“OKULLARDA FELSEFE ÖĞRETSEK 20 YIL SONRA FARKLI BİR TÜRKİYE OLUR”
Bugün eğitimde önemli değişikliklere ihtiyaç görüyorum, öğretmenlerin yetiştirilmesinde de. En büyük ihtiyaç, çocuklarımıza bilgiye dayanarak ve bağlantıları görerek düşünmeyi öğrenmelerine; insanlarımıza da her şeyden önce ölmeyi ve öldürmeyi reddetmeyi öğrenmelerine yardımcı olmaktır. 2003 yılında yaptığım bir söyleşide şöyle demiştim: Dersleri verecek öğretmenleri hazırladıktan sonra, üniversite öncesi öğretimde dört ders verin bize (yani Felsefeye), 20 yıl sonra farklı bir Türkiye olur. Pek dinleyen olmasa da, bu çağrıyı, izninizle, bugün de tekrar edeyim.
“ÖĞRETMENLERİMİZİ DAHA İYİ YETİŞTİRMELİYİZ”
Bazı akademisyenler de dahil, Türkiye’de akademinin büyük oranda çöküş yaşadığı, torpillerin, intihallerin buna zarar veren etkenlerden olduğu söyleniyor. Bu konuda karamsar olmalı mıyız?
Üniversitede 1965'ten beri hocalık yapıyorum. Çok az istisna ile düzeyde büyük düşüş var. Ama asıl problem, üniversite öncesi eğitimden kaynaklanıyor. Üniversite öğrencilerinin çoğu, kendilerini düzgün ifade etmeyi öğrenmeden üniversiteye geliyor. İlk ve ortaokulda sınavların test olması, şimdi de cep telefonları çocukların ifade yeteneklerini geliştirmelerini engelliyor. Öğretmenlik çok ciddî, çok önemli bir meslektir. Öğretmenlerimizin daha “iyi” yetişmesini sağlamak gerekir. Ben inatla karamsar olmuyorum. Hırslar ile bilgisizlik birleşince eğiticiliğe aykırı kararlar alınabiliyor. Hırslarıyla kişi ancak kendisi uğraşabilir, onları törpüleyebilir ama bilgisizlik giderilebilecek bir şeydir.
RÖPORTAJ : Edda Sönmez / Fotoğraflar: Gizem Özlen-25 Mart 2016

2 Mart 2017 Perşembe

Felsefe olmadan bilim mümkün mü?

Bilimin ne zaman başladığına ilişkin rivayet muhteliftir. Kimisi için 10 bin yıl öncesinde başlamıştır, kimisi için Antik Yunan bilimin başlangıcını oluşturur, kimisi içinse ampirik dönemle birlikte başlamıştır, yani deneye dayalı bilim gerçek bilimdir. Bizim inceleyeceğimiz alan aslında aydınlanma sonrasındaki deneye ve gözleme dayalı aklı ön plana alan bilim kavramına ait bir denemedir. Hypatia’nın çalışmalarının, Lucretius’un müthiş bilimsel dizelerinin, Sümerlerde, Mısır’da yapılan çalışmaların, örneğin Pisagor’un çalışmalarının bugünün bilimine etkisini inkar edemeyiz ancak, bu yazının konusu hiç kuşkusuz deneye dayanan bilim geliştikten sonra bilimin felsefeyle ilişkisi üzerine kişisel bir gözlem olacaktır.
Rönesans itibarıyla Avrupa’da belki de tarihin en önemli gelişmesi olan düşünce ve fikirlerini iletme özgürlüğü yerleştiğinde, o güne kadar gizli gizli yapılmakta olan bilimsel çalışmalar gün yüzüne çıkmaya başladı. Newton’ın, Darwin’in ve Curie’nin çalışmaları ve öncesinde Galileo, Kepler’in gözlemleri, sonrasında Einstein’ın çalışmaları bilimde ani ve hızlı ilerlemeleri ardı ardına getirdi.

İşte bilim belki de son 200 yılda sadece önündeki problemi çözmeye ve bunu gözleme ve sonra da deneye dayandırmaya alıştı. Bulgular her zaman nesnel ölçülerle değerlendirildi ve sonuçlar yayınlanarak bilimin dünya üzerine yayılması sağlandı. Artık bin yıllık acı dönemin sonunda bilim dünya üzerinde yönetimi ele almış diyebiliriz, çünkü; bilimsel gelişmenin gerisinde kalan toplumların tümü geri kalmaya mahkum oldu, zaman içinde dünya üzerinde yaygın şekilde kullanılan tüketim araçlarını kendi teknolojileriyle üretemez hâle geldiler ve bu olgu o ülkelerin dışa bağımlılıklarını geri dönülemeyecek biçimde artırdı. Önce borçlandılar sonra hem kendi geliştirdikleri küçük teknolojileri hem ithalata dayanan montaj teknolojilerini bile yabancılara kaptırmaya dolayısıyla tamamen dışarıdan yönetilmeye başlar hâle geldiler. Bu durum bilimin ortaya koyduğu teknolojinin gelişmemiş ülkeleri getirdiği ekonomik durum olarak ortaya çıktı, ancak bu teknolojiyi elinde tutan ve o ülkeleri neredeyse satın alan sayılı ülkelerin gittikçe zenginleşmesine ve sermaye birikimi nedeniyle gittikçe daha hızlı ve yoğun bilim ve teknoloji üretmelerine neden oldu. Bugün artık ne yazık ki dünya üzerindeki denge aşırı düzeyde bozulmuş durumdadır ve bu da gelir dağılımını bozduğu için dünya üzerinde sorun olmayan bölge kalmamış hâle gelmiştir.
Dünya bir anda bilimsel teorilerin, bilimin ürettiği aletlerin, arabaların, sonrasında uçakların hücumuna uğradı. Tıpta yine bilimsel teknoloji sayesinde büyük ilerlemeler sağlandı ve bu döngü günümüze dek gittikçe hızlanarak ve son dönemlerde hız geometrik şekilde artarak sürüp gitti. Bugün sıradan insanların bilimsel gelişmeleri takip etme şansları yok gibi bir şey çünkü bilimdeki geometrik artış çok hızlı. Ancak bilim adamlarının da eski dönemlerde olduğu gibi bırakın aynı anda felsefe, matematik, astronomi gibi birçok dalda uzman olmalarını, kendi dallarında master ve doktora yapmaları bile yetmiyor. Doktora sonrası çalışmalarda gittikçe daha küçük alanlarda uzmanlaşmaları ve o alanda çalışma yapmaları bekleniyor. Çünkü dünya üzerindeki bilgi muazzam bir biçimde artıyor.
Konunun ekonomik yanı yaklaşık böyle olsa da, bilim ele geçirdiği bu iktidar gücüyle felsefeyi de kenara itmiş ve belki bilinçli belki bilinç altıyla geçmiş yılların intikamını alırcasına dünya üzerinde tek söz sahibi konumuna gelmiş durumdaydı. Ancak yakın zamanda birkaç gelişme oldu. Örneğin, bütün batı medeniyeti Antik Yunan’dan gelir sanılırken Mısır ve Sümer medeniyetleri bulundu ve medeniyeti Batı’ya Antik Yunan yaymış olsa bile onların da bu medeniyetin temellerini Sümer ve Mısır’dan aldıkları ortaya çıktı, ancak bilim bunu uzun süre görmezden gelmeye devam etti. Son zamanlarda ortaya çıkan bulgularla örneğin yazının İ.Ö. 4000 civarında bulunmuş olamayacağı daha önceden bulunduğu, örneğin Göbeklitepe’de yapılan kazılarla 12 bin yıl önceye ait mabetlerin bulunmasıyla insanlığın çok daha önce yerleşik düzene geçip inanç geliştirdiği gösterilmiş olsa da bunlar henüz gerek okullara gerek dünya toplumlarına yayılan bilgiler olmadı.
Bilimin aydınlanma çağı sonrası gelişiminin ilk yıllarından başlayarak günümüze yakın zamanlara kadar fark edilmeyen bir başka olguyu içinde barındırdığı da zaman içinde ortaya çıktı: Bilim, bilimini yaparken felsefeyle hiç yakın durmamıştı, tıpkı felsefenin bilimden gittikçe uzaklaşması gibi. Bilim insanoğlunda öyle bir heyecan yarattı ki, doğanın gizemleri, fiziğin, matematiğin bilinmeyenleri deneysel verilerle ardı ardına kanıtlanmaya başladıkça insanoğlu sürekli olarak doğadaki her şeyin nasıl olduğunu, kuralların nasıl işlediğini bulmaya başladı. Ancak tek bir şeyin farkında değildi, bilim her şeyin nasıl olduğuyla ilgileniyordu aslında ve bizler bilim okurken ve yaparken nasılı çözdüğümüzü bilsek te nedenle hiç ilgilenmiyorduk ve aklımıza bile gelmiyordu. Çünkü her şeyden önce nedenin illa dinle ilgili bir durum olduğu varsayılıyordu ve insanlar yaşadıkları 1000 yıllık baskılardan sonra neden sorusundan belki de bilinçaltında mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorlardı. Ama yine 2000’li yıllar demek zorunda olduğum yıllarda nasıl sorusunun neden sorusuyla birlikte yürümesi gerektiği düşünülmeye başlanmış olabilir. Ve bu konunun kesinlikle dinle ilgisi yoktu. Bilimsel verilerle paralel evrenler araştırılmaya, bazı metafizik kavramların bilimsel temelleri ortaya çıkmaya başlayınca, insanlar nasılın nedenin yanında yer alması gerektiğini düşünmeye koyuldular.
1600’lü yıllardan itibaren ele alırsak, bilim asla felsefenin yanında olmadı. Bu iki kurum birbirlerinden mümkün olduğunca uzak durarak kendi alanlarında çözüm üretmeye çalıştılar. Biri doğanın gizeminin nasılını tamamen nesnel deney ve gözleme dayanan yöntemlerle çözmeye çalışırken, diğeri neden buradayız, neden bu evrendeyiz, neden insanız, neden varız, neden yok oluyoruz, ölünce yok mu oluyoruz, varoluş nedir, yok oluş nasıldır, hiçlik nedir sorularını düşünmeye başladı. Geldiğimiz noktada bilimin nasılı ile felsefenin nedeni bir şekilde bir araya gelmeye başladı. Sanırım nedenin içindeki nasılla, nasılın içindeki nedeni çözme düşüncesi her iki akıma hakim olunca, her iki akımdan kişiler deneye ve gözleme dayalı bilimsel bir felsefe üzerinde düşünmeye, özellikle bilincin gizemini ve evrenin neden var olduğu sorularını çözmek için çalışmaya yöneldiler. Ve gördüler ki, bu soruların çözümü her iki kurum olmadan çözülemeyecek. Tıpkı iyi ile kötü, siyah ile beyaz, varlık ile yokluk birlikte var olur hepsi bir bütünün parçasıdır deyişimizdeki gibi, bilimle felsefenin aslında birbirlerinden çok uzun süre koparılmış bir bütünün parçaları olduğu görülmeye başlandı. Gelecekte bu bütünün adının konmasını ve çalışmaların her zaman neden ve nasıl’ın üzerinde yoğunlaşarak evrenin, bilincin, doğanın kanıtlanmış gizemlerinin bu sayede tamamen ortaya çıkarılmasını umuyoruz. Yine de insanın yolculuğunun bir sonraki evrim aşamasında da süreceğinin farkındayız…
Yazar: Serdar Öktem
Bu yazı Felsefe Taşı’nın internet sitesinden alınmıştır.