25 Şubat 2017 Cumartesi






İNSANOĞLU OKUMA YAZMA, DÜNYAYI TANIMA DÖNEMİNDEN GEÇMEDEN BİLİNCİNİ YİTİRME DÖNEMİNE GİRMEK ÜZERE.
FELSEFE DERS MATERYALLERİ
Yazı sanki ömrünü tamamlamış gibi yerini resme, kitap yerini televizyona bırakıyor. İnsanoğlu daha tam olarak bir okuma yazma, dünyayı ve kendisini düşünme, tanıma döneminden geçmeden önce kendisini kaybetme, bi­lincini yitirme, kendisine yabancılaşma dönemine girmek üzere.
Ne diyordu Pascal? Evet, evrendeki bu güçler insanı eziyor, ama onu ezdiğini bilmiyor. İnsan ise onların ken­disini ezdiğini bildiği için onlardan daha üstün, daha değerli. Bundan ötürü ben yine Aristoteles’i izleyerek hazzı reddetmem, ama onun, yine Aristoteles gibi, insan hayatının ereği olmasını kabûl etmeyen etmeyen biriyim. İnsan bu kendi kendisi hakkındaki bilince, kendisinin bir bi­linç, bir düşünce olarak varlığının değeri hakkındaki görüşe ancak son birkaç yüzyıl içinde erişti. Ama bana öyle geliyor ki o bu kadar zahmetle kendisine ulaştığı şeyi kısa bir süre içinde elinden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya. Hazzı, tüketmeyi, mümkün olduğu kadar çok şeye sâhip olmayı hayatının temel ereği olarak görmeye doğru gidiyor. Sağ olsun kapitalizm, tüketim ekonomisi de onu bu arzu veya eğiliminde destekli­yor. İnsanoğlu daha tam olarak bir okuma yazma, dünyayı ve kendisini düşünme, tanıma döneminden geçmeden önce kendisini kaybetme, bi­lincini yitirme, kendisine yabancılaşma dönemine girmek üzere.
Bu konuda da basit bir örnek vereyim: İnsanoğlunun yazıya geçmesi bence tarihinde gerçekleştirdiği en büyük başarıdır. Oysa zamanımız­da artık yazı sanki ömrünü tamamlamış gibi yerini resme, kitap yerini televizyona bırakıyor. Ama insan resimle, imgeyle düşünemez muha­keme edemez ki: yazıyla, kelimelerle, kavramlarla düşünür. Bakın tele­vizyonlarda konuşan insanlar ne düşündüklerini ifade edebiliyorlar mı? Meramlarını anlatabiliyorlar mı? Hayır. Neden, çünkü düşünmeyi bilme­dikleri için, kelimeleri, kavramları öğrenmedikleri için, konuşmayı, cümle kurmayı da bilmiyorlar. Cümle kurmayı bilmedikleri için dertlerini, me­ramlarını ifade etmeyi de bilmiyorlar, böylece başka insanlarla, dünyayla iletişim kurmayı da bilmiyorlar. Peki bunları bilmiyorlarsa birbirleriyle konuşmayı, birbirlerini ikna etmeyi, barış ve güven içinde özgür ve parlak bir dünya kurmayı nasıl başaracaklar? Başaramayacaklar. Zaman içinde tekrar şiddetin, gücün, yani çağdaş diktatörlüğün çağma dönecekler.
Platon, düşünmenin ruhun kendi kendisiyle konuşması, diyalogu ol­duğunu söyler. Bence bu tamamen doğru bir gözlemdir. Peki, bununla ne demek istiyorum: İnsanın yazı, yazı sâyesinde öğrendiği dil, keli­meler, kavramlarla önce bizzat kendi kendisiyle iletişim kurduğu, yani düşündüğü, muhakeme ettiği, daha sonra bu iletişimini diğer insanla­ra, diğer ruhlara genişlettiğini söylemek istiyorum. Yani yazı, kitaplar aracılığıyla insan önce kendi kendisiyle konuşmayı öğrenir, sonra da bu konuşmayı diğer insanlara doğru genişletir. Şimdi düşünme, dil, konuş­ma, iletişim, bütün bunlar, okunan kitaplar, bu kitaplardaki konuşma­lar, düşünmeler sâyesinde, onların aracılığıyla, onlar üzerinden öğre­nilen, becerilen şeylerdir. Bu ise insanın en azından bir süre için yalnız başına, kendi başına kalmasını, bu düşünce ve konuşmalar üzerinde düşünmesini, onları öğrenmesini gerektirir. Ama benim gördüğüm sağ olsun televizyon, televizyonda sürekli olarak birbirini takip eden hare­ketli resimler sâyesinde insanın artık hiçbir zaman kendi başına, yalnız başına kalamadığı. Günün büyük bir bölümünde bu hareketli resimle­rin sersemletici ve düşünmeye fırsat bırakmayan etkisi altında bulunan insan nasıl yalnız başına kalabilir, nasıl aktif olarak düşünmeye zaman ayırabilir ki? Bunun sonucu olarak iyi bir kitap okuyucusu, okumanın sâkin huzurlu ortamı içinde okumayı, okuduğu şeyler üzerinde düşün­meyi, istediği zaman okuduğu şeyler üzerine geri dönmeyi, okuduğu ki­tabın yazarıyla diyaloga girmeyi, tartışmayı, bu sâyede kendisinin olan birtakım düşüncelere sâhip olmayı, onları ifade etmeyi öğrenebilir, ama iyi bir televizyon seyircisinin böyle bir şeyi başarması mümkün değildir.
Televizyonun bu olumsuz etkisine cep telefonlarının aynı ölçüde olumsuz etkisini de eklememiz gerektiğini düşünüyorum. Televizyon elle taşınamıyor, cep telefonu ise her yerde hazır ve nazır, insanlar onun sâyesinde her yerde ve herkesle beraber olma, yani yalnız başlarına ka- lamama felâketiyle karşı karşıyalar. Allah razı olsun devlet -ve belediye­ler- bir süreden beri, altmış beş yaş ve üstü olanlara şehir içinde bedava dolaşım imkânı sağlamış bulunuyor. Ben de bundan yararlanıyorum ve sık sık metroya biniyorum. Peki metroda gördüğüm ne? İnsanların metroda o kısa yolculukları süresi içinde dahi kendi kendileriyle yal­nız kalmaya tahammül edememeleri. Sizin de bildiğiniz gibi oturacak veya ayakta dayanacak bir yer bulur bulmaz daha sağlarına sollarına bakmadan, karşılarında önlerinde arkalarında neyin, kimin olduğunu görmeden, görme arzusu duymadan, birlikte yolculuk ettikleri insanlar üzerine herhangi bir gözlem yapmadan, düşünmeden cep telefonlarını çıkarıyorlar ve ya bir şey seyrediyorlar veya birbirlerine anlamsız ileti­lerde bulunuyorlar. Hatta bunun için de bizim bildiğimiz dilden ayrı, özel, kısaltılmış bir dil kullanıyorlar. Yani cep telefonlarının dili sâyesinde bildiğimiz dili de kaybetmek üzereyiz.
(…)Kısaca bizi gelecek­te bekleyen toplumun haz, tüketim, resim, gürültü toplumu olacağın­dan ciddî olarak korkuyorum.
Bir Ömür Düşünmek- Ahmet Arslan’la Nehir Söyleşi, Ekşi Kitap, 2016, s. 428

MİLİTARİZM VE MİLLİYETÇİLİK

disiplin ve güvenlik düzeni
MİLİTARİZM VE MİLLİYETÇİLİK

Prof. Dr. Nilgün TOKER

İnsanlığın bir kısmının cehennemi bu dünyada görmek zorunda bırakıldığı bir zamanın tanıkları, cehennemi insansal tarihe sokan şeyin ne olduğu­nu, insanlığın neye kurban edildiğini anlama so­rumluluğuyla karşı karşıyalar. Cehennemi insansal tarihe sokan şey, insanlığı bir tahakküm sisteminin nesnesi haline getiren şey, kapitalizmin hegemonik yayılımıdır. Kapitalizmin sistemik yayılımı, tahak­kümünü her zaman bir savaş pratiğiyle gerçekleş­tirdiğinden, aslında cehennemi bu dünyada yaşa­manın nedeni, doğrudan güce dayalı kapitalist e­gemenlik sistemi ve bu sistemin militarist yapısıdır.
Devletin bir güç tekeli olarak tanımlandığı ve cisimleştirildiği bir egemenlik sisteminin temel ya­pısı olarak militarizmin bugün ulaştığı nokta, toplumların bir yandan güvenlik/korku gerilimiyle zor-şiddet ve tahakküme boyun eğdirildikleri, öte yandan da giderek bir diğerini yok saymaya, dola­yısıyla yok edilişini meşru görmeye kadar varan milliyetçilik ideolojisi içinde toplumların kendi in­sanlık durumunu kavrama kabiliyeti ve bu durumu değiştirme iradelerinin ortadan kaldırıldığı bir sa­vaş ve ayrımcılık diyalektiğinin açığa çıktığı bir noktadır.

Gelinen nokta modern devletin kapitalist üre­tim ilişkilerine dayalı organizasyonunun ve bir üre­tim mantığına göre biçimlenmiş toplumsallığa da­yalı egemenlik sisteminin dünya ölçeğine yayılma sürecinin bir sonucudur. içinde yer alacak tüm ö­ğelerin yerinin ve işlevinin belirlendiği, dolayısıyla toplumun üyelerinin her birinin düzenin bir parça­sı olarak işlemesinin sağlandığı bir kontrol düzeni olarak modern devlet, toplumsal varoluşu işlev ve çıkara dayalı bir varoluşa indirgediğinden, insanlar arası doğal bağların yerine devletin varlık nedeni etrafında biçimlendirilmiş yeni bir ‘anlam’ düzeni­ni de kendisiyle beraber tesis eder. Aslında varoluş tarzları bakımından aynılaştırılmış ama işlevleri bakımından farklılaştırılmış geometrik cisimler gibi tanımlanan toplumsal varlıkları bir arada tutacak geometrik sistemin tesisidir modern devlet. Ato­mik cisimler olarak insanları bir arada tutacak o­lan, bu insanlar arasındaki özsel bir bağ değil, için­de yer aldıkları sistemik bütünlük olacaktır. Çünkü modern devletin nesnesi olarak yapılandırılmış o­lan toplumsallığın niteliği, devletin varlık nedeniy­le biçimlenmiştir. Toplumsallığı işlevsel bir birara- dalık olarak tanımlayan modern devletin toplum­sal üyeleri, bir düzen içinde yaşayabilmelerinin ko­şulu olarak, devletçe taşınan düzen ilkesine uy­mak, itaat etmek zorundadırlar. Bu toplumsallık, bir itaat ilişkisinin gerektirdiği ödev ve sorumluluk ağıdır; düzenin gerektirdiği normatif yapı altında herkesin ödevleri ve sorumlulukları belirlenmiş o­lan bir yapıdır. Hak ve yetkilerin yerine getirilecek işleve uygun olarak dağıtıldığı bu hiyerarşik disip­lin toplumunun temel niteliği, o halde, militariz­min temel niteliğiyle örtüşmekte, daha doğrusu modern toplumsal düzen askeri bir düzene refe­ransla kurulmuş görülmektedir. Bu durumda, mo­dern güç devleti, bizzat militarizmdir. Böylece, dev­lete ve onun taşıyıcısı olduğu düzen ilkesine bağ­lanmakla birbirlerine bağlanacak olan bu insan yı­ğınının bütünleştirici ilkesi devletin taşıdığı ilke o­lacaktır. O halde birbirleriyle hiçbir özsel bağları
olmayan atomize insanları birleştirici güç olarak devlet, bir yandan bir şiddet tekeli olarak güç uy­gulanışıyla insanları bir arada tutmak, diğer yan­dan da bu bir aradalığa tıpkı bir aradalığın kendisi gibi ‘yapay’ bir değer atfederek ve böylece bir top­lumsal kimlik yaratarak güç egemenliğini meşru- laştıracaktır. Modern devletin yapısı gereği milita­rist bir devlet olmasının ve bu militarizmin ancak bir ‘yapay’ milliyetçilik ideolojisiyle sürdürülebilir olmasının nedeni budur. Çünkü ancak böyle bir i­deoloji ve bu türden bir güç sistemi aracılığıyla mo­dern devlet, kapitalist üretim ilişkilerinin talep et­tiği düzeni tesis edebilir ve bu yolla bir yandan dü­zene uygun insanı biçimlendirme araçlarını, diğer yandan da bu düzeni muhafaza edecek aygıtları i­çinde taşıyan örgütlü bir güç olarak kurumsallaşır.
Aslında modern egemenlik sisteminin yapısı gereği militarist olmasına yol açan şey, bu sistemin bir yandan özel bir çalışma ve dolayısıyla disiplin düzeni talebine, diğer yandan da korku ve güven­lik talebi gerilimine dayanmasıdır. Bu durumda bu iki talebin nasıl ve hangi nedenlerle militarist bir yapıyı ön gerektirdiklerine bakmak gerekir.
Bir çalışma ve dolayısıyla disiplin düzeni, yuka­rıda belirtilen bir işleve dayalı örgütlenme biçimini talep eder. Bu örgütlenme biçimi, parçaların anla­mı ve tanımını içinde yer aldıkları sistemik yapıdan aldıkları, bu işlev ve yer dışında bir tanıma sahip olmadıkları bir düzendir. Ancak teknik ve araçsal bir akıl aracılığıyla tesis edilebilecek olan bu dü­zende, düzenin parçaları olmak bakımından tikel­leştirilmiş; ama ancak düzen içinde bir anlam taşı­yabilir olmak bakımından da tüm tikellikleri aşan bir tümellik içinde eritilmiş bir insansal varoluş bi­çimlendirilir. Böylece artık, insanların edimleri ‘kendi’ edimleri değil, bu düzenin mantığınca belir­lenmiş bir işlevi yerine getirme edimleridir. Bu tür bir düzenleme ancak şiddet, zor, baskı, manipülas- yon ve tahakküm aracılığıyla gerçekleşebilir. Bu düzen içinde gerçekleşecek her edim anlamını sis­temin mantığından aldığı için, ancak sistemin mantığına uygun edimlerin onaylanacağı bir belir­lenimler alanı olarak toplum yaratılır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin bir çalışma düzeni içinde tesisi anlamına gelen bu yapıda temel top­lumsal nitelik, uyma/itaat olmak zorundadır. Çün­kü ancak her bir öğenin tanımını aldığı, yoksa ta­nımsız, dolayısıyla sistem dışında kalacağı bir ör­gütlenme modelinde, toplumun üyesi olmayı sür­dürmenin tek yolu, toplumun düzenleyici ilkesine uymadır. Uyma/itaat davranışı, eylemlerin insanın kendi akıl ve istemi doğrultusunda değil, kendisi dışından gelen bir davranış kılavuzluğuna uygun halde gerçekleştirilmesi demektir. itaat bir yandan güç/şiddet tekeli devletin zor, baskı ve kontrol a­raçlarıyla sağlanır; ancak öte yandan toplumsal i­taat düzenini yerleşikleştirecek bir ideolojik mani- pülasyon aracılığıyla. Bir itaat düzenini hem zor ve şiddet araçlarıyla hem de bireylerin itaat davranış­larını meşrulaştıracak bir ödev ideolojisiyle tesis etmek, militarizmin en temel niteliğidir. Çünkü ‘askeri’ düzen uyma/itaatin hem ahlaksal olarak meşrulaştırıldığı hem de yerine getirilmesi hedefle­nen işlev gereği zorunlu olduğu bir düzendir. O halde itaati gerektiren bir çalışma, disiplin toplu­mu olması bakımından modern toplum militarist bir düzen içinde örgütlenmiştir.
Modern kapitalist toplum düzeninin, moderni- te öncesi yalnızca ordulara ait olan bir niteliği, mi­litarizmi, toplumsal düzenin kendisine taşımasının nedeni bu tür bir itaat toplumu yaratma hedefidir. Kapitalist üretim ilişkilerinin dayandığı sömürü, e­meğin sermaye tarafından mal edilmesi mantığı, çalışma alanının özel bir biçimde düzenlenmesini gerektirmiştir. Fabrika sembolünde düşünülebile­cek bu mantık, fabrikanın bir makine, üretim faa­liyetinin de makinenin işleyişine indirgenmesiyle, üretici güçler makinenin işleyişinin bir öğesi yapıl­mış ve sistem makine düzeneğinde oluşturulmuş­tur. Böylece emek ve ürün arasındaki ilişki de do- layımlanarak kopartılmış ve çalışma ortamı bizzat bu dolayımın yerleşikleştirildiği bir parça-bütün ortamı olarak kurumsallaştırılmıştır.
Modern çalışma yaşamında ‘fabrika’nın sembo­lize ettiği şey, hiyerarşik bir toplumsal düzenin kendisidir ve modernite öncesi ordulara ait olan disiplin, düzene uyma ve önceden belirlenmiş, bil­dirilmiş eylemi gerçekleştirme nitelikleriyle dona­tılmıştır. Bu, militarizmin modern toplumda sade­ce orduların bir karakteri olmayacağı, bizzat top­lumsal düzenin yapısının militarist olması gerekti­ği anlamına gelir. Çünkü fabrika, herkesin işlevi ve değerinin bu fabrika düzeninde konumlandığı yere bağlı olduğu bir düzenlemedir. Kimsenin bu işlev dışında bir tanıma sahip olmadığı fabrika düzeni, emekçiyi fabrika düzeninin belirlenmiş bir öğesine dönüştürdüğünde aslında onun otonomisini de or­tadan kaldırmıştır. Artık bu düzen içinde emek dö­nüştürücü bir etkinlik değil, kendisi dışında belir­lenen bir modele uygun üretim etkinliğinin, bir i­malat etkinliğinin öğesi haline gelir. Emeğin nite- liksizleştirilmesi, emeğin öznesinin, taşıyıcısının da niteliksizleştirilmesi demektir. Burada söz konusu olan artık sadece bir sistemin, düzeneğin parçası olmakla anlam taşıyacak, bunun dışında değersiz- leşecek bir varoluş halidir.
Modern toplum, bu çalışma düzeneğinin insan- sal yaşamın tüm alanlarına yayıldığı bir toplum dü­zenidir. Bu toplumda herkes indirgendiği işlev ne­deniyle bir tekilliğe kapatılmıştır ve bu tekil varo­luşlar arasındaki mümkün tek bağ, sistemin tesis ettiği düzenektir. Bu nedenle sistem düzeneğin iş­leyişini engelleyecek en ufak bir ‘uymama’ halini görmezden bile gelemez. Çünkü bir ‘uymama’ sis­temin, makinenin, fabrikanın işleyişinde aksaklık yaratacak ve bozacaktır.
Bu yapıda zor, baskı ve şiddetin egemenliğini meşrulaştıran değerler sisteminin de yapının talep ettiği sistemik bütünlüğü, sistemin tüm öğelerince içselleştirilecek bir değerler sistemi olması kaçınıl­mazdır. Toplumu ayrışmaz bir bütünlük olarak te­sis etmek zorunda kalan ve devleti bu bütünlük ve birliğin sağlayıcısı ve taşıyıcısı kılan modern top­lumsallık tasavvuruna eşlik edecek olan değerler sistemi, tam da bu bütünlük, birlik ve hatta ayrış­maz aynılık ilkesine dayanacaktır. Modern milli­yetçiliğin kökeni olacak olan bu devlet ve onun ta­şıyıcısı olduğu ilkeye bağlanarak nitelik, tanım ka­zanma olgusunun kaynağı buradadır. Militarist bir toplum yapısı ancak ona uygun bir değerler siste­minin tesisiyle devam edebilir. O halde, bu değer­ler sisteminin esas karakteri, her bir üyenin kendi­sine tanım veren sistemik bağa uymayı aynı za­manda ahlaksal bir ödev olarak tanımlamasını sağ­lamak olacaktır. Bu, devlete ve onun ilkesine bağ­lanma ve bu ilkeye uygun eylemi gerçekleştirme ö­dev ve yükümlülüğüne dayalı bir ahlâkın bizzat devletçe yapılandırılmasını gerektirir. Bu tür bir ahlâkın içerildiği değerler manzumesi, sistemin kendi mantığını dayattığı ideolojiyle açığa vurulur. Böylece teknik, araçsal akıl aracılığıyla tel biçimli bir toplum yapma etkinliğinin ancak bu toplumun öğelerinin kendi aynılıklarını, taşımak zorunda ol­dukları, tersi durumda ‘hiçlik’e düşecekleri bir de­ğer içinde meşrulaştırılabileceği bir ideoloji aracılı­ğıyla kalıcılaştırılabileceği açık olur.
Kendi insanlık halini kavrayamayacak kadar kendisine ve aslında kendi hiçleştirilmesine yaban­cılaşan bir insansal varoluşun, insanı tarihin özne­si olmaktan çıkaran bir yabancılaşma halinin bir nitelikmişçesine insanlarca taşınabilir olmasını mümkün kılan şey, bu ideolojidir. Yapma bir top­lumsallık bağının, doğal bir nitelikmişçesine taşı­nabilmesini mümkün kılan, milliyetçiliktir. Bu du­rum, modern milliyetçiliğin sadece bir ırk, kültürü temele alan bir ideoloji olmadığını, bir ulus, devlet tanımına dayalı yapma bir kimliğe dayalı bir ideo­lojinin de milliyetçi bir ideoloji olduğunun göster­gesidir.
Bir üretim ilişkileri düzeni olarak modern dev­letin, yapısı gereği militarist bir düzen olduğunu ve bu düzenin ancak milliyetçi bir ideolojiyle kalıcı- laştırılabileceğini, bugün içinde yaşanılan insanlık halinin kaynaklarını göstermesi bakımından ö­nemlidir. Modern devletin, bu türden bir düzen ol­masının temel nedenlerinden birisi, bir kapitalist üretim ve çalışma düzeni olmasıysa, bir diğer nede­ni de, modern üretim biçiminin tanımladığı insan olma halidir. Modern devlet, yukarıda belirtildiği gibi, insanın bir çıkar, istek öznesi olduğu, toplum­sal düzenin de insanların çıkarının en yüksek tat­minini gerçekleştirecek bir düzenleme olduğu an­layışıyla tesis edildiğinden, insanlar arası ilişkiyi devletin düzenleyici gücü olmaksızın zorunlu ola­rak bir çatışma ilişkisi olarak tasavvur eder. Bu an­lamda o, toplumu çıkarların güvenlikli tatmini or­tamı olarak tanımlar. insanlar arası ilişkinin ‘birbir­lerine doğası gereği düşman insanların bir arada tutulması’ olarak tanımlanması, devletin korku ve güvenlik geriliminde yapılandırılan bir kurum ol­ması sonucunu doğurur. Başka deyişle modern devletin yapısı gereği militarist olmasını sağlayan şey, modern devletin kurucu idesinin korku kavra­mında temellenen güvenlik talebi olmasıdır. Korkunun içselleştirilmesine dayalı bu türden bir gü­venlik organizasyonu, zorunlu olarak militaristtir.
Korku, insanları sürekli diğerine karşı bir gü­venlik duvarı içinde yaşamaya iten bir kurucu ilke olduğunda, düzenin devamının savunulması tam da bu korkudan kurtulma temelinde sağlanır. Mili­tarizm, bir korku rejimi olduğu için, insanlar arası ilişkiyi dost-düşman kavramlarıyla kategorize ede­rek insanların bir grubunun başka insan topluluk­larının yok edilmesini onaylamasını, meşrulaştırıl- masını sağlayacak, hatta bu yok etmeye bizzat ka­tılmasını, değilse de bu yok edişi seyretmesini sağ­layacak biçimlendirilmiş bir zihin durumunu yara­tır. Dost-düşman kategorileriyle biçimlendirilen homojen bir toplum yaratma ve bu toplumu her türlü başka olana karşı bir korku ile besleme işlemi­nin ideolojik çerçevesi milliyetçilikle sağlanır. Mil­liyetçilik, militarist bir devlet örgütlenmesi altında ‘bütünleştirilen’, karakterini ve kimliğini devletin taşıdığı ve vazettiği hakikatten alan toplumların başka olana, aynılaşmamış olana, farklılık talepleri­ne karşı dışlama, reddetme ve giderek yok etme tavrını içselleştirmesini sağlayan bir ideolojik çer­çeve olması bakımından, militarizmin ideolojisidir. Ulusal, ırksal, kültürel öz tanımlarına dayalı milli­yetçiliklere, dünya ölçeğinde bir refah milliyetçili­ğinin de eklendiği göz önüne alınırsa, neo-liberal yayılmacı politikanın özü gereği milliyetçi olduğu ve her türlü milliyetçiliği militarist bir dünya düze­ni için destekleyeceği açık olur. Bugün, ayrımcılı­ğın küresel bir boyuta ulaşmasının ardında yatan şey, tam da bu militarist hegemonya ve buna eşlik eden milliyetçi ideolojilerdir.
Tüm bu açıklamalarla gösterilmeye çalışıldığı gibi militarizm, ordulara ait bir nitelik değildir ve milliyetçilik militarist bir devlet düzeninin ideolo­jisidir. Militarizmin yalnızca savaş durumlarında i­çine girilen bir yaşayış hali olmadığının, belli bir ü­retim ilişkisi ve bu ilişkiye uygun yaşama modeli­nin yapılandırılması demek olduğunu göstermeye çalışan bu açıklamaların doğrudan gösterdiği şey, militarist bir devletin bekasını ancak milliyetçi bir ideoloji aracılığıyla sağlayabileceğidir.
Modern devletin bir karakteristiği olarak mili­tarizm, devletin bizzat militer güç aracılığıyla ku­rulduğu, dolayısıyla devletin kurucu güç ve kuru­mu olmak bakımından devletin varlığının ‘gerçek’ taşıyıcısının ordu olduğu durumlarda daha da kat­manlı ve ağır bir militarist zor düzeni açığa çıkar.
Bu tür düzenin ideolojisinin de zorunlu olarak bir milliyetçilik türü olacağı açıktır. Görüldüğü gibi modern devlet, gerçekte de düzen kavramı üzerin­den açıklanması gereken bir yapılanmadır. Kapita­list üretim ilişkilerinin talep ettiği yeni düzen ve dolayısıyla akılsallığın doğuşu olarak tanımlanabi­lecek modern devletin, bu devletin ortaya çıktığı batı toplumları dışında var edilme koşulu, bu mo­dernleşmenin bir süreç olarak değil, bir yöntem, model olarak görülmesi ve bu modelin batının kendiliğinden sürecinden farklı olan toplumlara da uygulanabileceğinin düşünülmesi gerekir. Poziti- vist bir bakış açısı olarak adlandırılabilecek bu uy­gulama modeliyle yaratılacak bir ‘yeni’ toplumun, daha baştan imâl edilmiş bir toplum olacağı açık­tır. Bu imâl etme etkinliğini yerine getirecek olan irade ve bu etkinliğe kılavuzluk edecek olan akıl böylece tek bir elde, devlette toplanır. Bu, yeni toplumun varlığını devlete borçlu olmak bakımın­dan özü gereği devletçi olacak bir toplumsallık bi­çimi olması sonucunu doğurur. Çünkü bu devlet, modern bir devlet imgesine ve modeline göre ken­disini inşa ederken, aslında yeni bir düzen ve bu düzen içinde anlam kazanan toplumsallık yarat­maktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini modern bir devlet olarak örgütleme süreci, işte bu pozitivist modelin bir örneğidir. Cumhuriyetin kurumsallaş­ma modelinde toplum, devlet ve onun esas öğesi ordu tarafından imâl edilmiş bir toplumdur. Bu i­mâl edilmiş, yapma toplumsallık ağı, kendisini an­cak yapıcısında tanımlayabileceği için de devlet, yapıcı ve hatta yaratıcı gücü nedeniyle aşkınlaşmış ve her türlü bilgi, değer ve anlamın belirleyicisi, hatta kaynağı olarak kendisini kurumsallaştırmış­tır. Bu tür bir yapı içinde Türkiye’de modern dev­letin oluşumu, aslında bir modelin cisimleştirilmesi, uygulanması etkinliğidir. Bu modelin yapısı ge­reği militarist olduğunu biliyoruz. O halde milita­rist bir modelin gerektirdiği milliyetçi ideoloji de daha bu devletin kendisini tesis ettiği anda açığa çıkarılması gereken yeni değerler manzumesi ola­caktır.
Bu modernleşme pratiğine, bu pratikte ordu­nun kurucu rolü de eklendiğinde görülür ki, asker­ce kurulmuş, askerle sürdürülmüş ve askere ema­net edilmiş bir toplumsal birlik, militarizmi artık sadece toplumsallığın içerdiği bir yapı olarak değil, aynı zamanda toplumsallığını borçlu olduğu bir sis­tem olarak taşıyacaktır. Bu nedenle Türkiye’de devlet, militarist devlettir ve hatta militarizm dev­letin esasıdır; ama aynı zamanda toplum militarist bir ideolojiyle biçimlendirilmiş toplumdur ve hatta toplumun bu ideoloji dışında - dini saymazsak- hiç­bir ortak bağı yoktur. Böylece toplumun yüreğine işleyen militarist ruh, bir yandan ordunun en güç­lü siyasal aygıt olarak varlığına meşruiyet kazandır­dığı, ordunun devletin şiddet tekelinin çıplak güç­le uygulanması anlamına gelen şiddet, zor ve ta­hakküm edimleri karşısında toplumun sessizliği ve hatta çoğunlukla onayı da sağladığı gibi, diğer yan­dan da kendisini bir toplumsal ‘bütün’ olarak algı­layabilmesinin de tek dayanağıdır. Aslında milita­rist ruhta, bir savaş diyalektiği içinden yaratılan bu devletin, daha baştan korkunun yol açtığı güvenlik ve düzen ihtiyacıyla meşrulaştırılması ve devletin bu korkuyu sürekli kılıp, topluma içselleştirmesi de belirleyici etmendir.
Bu devletin, tahakküm gücünün onun milita­rist karakterinden geldiği açık. Ancak daha önce­de belirtildiği gibi bir tahakküm sistemi, tüm toplu­ma içselleştirilmiş milliyetçi bir değerler manzume­siyle varlığını sürdürebilir. Bu değerler, toplumun hem neredeyse kendisine uygulanan zor, baskı, kontrol ve şiddeti meşrulaştırmasını hem de devle­tin toplumun aynılığına girmeyenlere yönelik kimi zaman yok etmeye varacak bir şiddeti onaylaması­nı sağlar. Bir devletin üyesi olmayı, bu devletin ya­pısına yönelik en küçük bir değişiklik talebini bile kendi kimliğine saldıracak denli tek kimlik kayna­ğı yapan milliyetçiliğin kaynağı buradadır.
Militarist bir mantıkla imâl edilmiş bir millet ol­manın neredeyse zorunlu bir sonucu gibi görülebi­lecek olan militarist ruh ve onun ürettiği milliyet­çilik, toplumu aynılaşmış insanlar birliği olarak kavramaya yol açar. Bu kavrayış, aynılaşmanın red­dedildiği, farklılığın gösterildiği her durumu, toplu­mun kendisine bir aykırılık olarak tanımlayacağı i­çin, toplumun tüm üyeleri neredeyse sürekli bir ‘tercihini yap!’ tehdidiyle karşı karşıyadırlar. Çün­kü bu kavrayış, farklı olmanın ilânında topluma a­it olmama ilânının gizli olduğunu iddia edebilecek kör bir milliyetçilik kavrayışıdır. Bir toplum olma­nın, devlete kayıtsız şartsız itaate bağlı olduğu şek­lindeki bir ‘yapma’ toplumsal kimliğe dayandırılan bu milliyetçilik, toplumun otonom bir iradeye sa­hip olmasının önünde devletten gelen baskı, zor ve şiddetten daha büyük bir engeldir.*

Türk Tabipleri Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi (MSG), Cilt 7, Sayı 27 (2006)


HYPATİA, BAĞNAZLIK VE ÖLÜM


İskenderiye’nin Kuruluşu 

ve Hypatia’nın İnançla Öldürülmesi

123213Güzeller güzeli bir filozof, bilgin, astronom ve matematikçisi aynı zamanda bir kadın yaşardı İskenderiye’de, nefes alır ve bunu bilgiye dönüştürürdü, Neoplatonist okulun en ünlüsüydü o,  zekasına ve güzelliğine aşıktılar. Peşinden onlarca insanı da koşuşturabiliyordu, bilim uğruna çalışmaları ünlüydü, kütüphane adına ise onlarca yasa kabul ettirmişti, bunlardan birisi yerleşkeye giren her bir kitabın kopyası çıkartılacaktı ve esas kitap sahibine verilecekti, bazı söylentilere göre 700.000 kitap(papirüs) toplatmıştı esasında ise 900.000 kitap (papirüs)  olduğu söylenir, kesinlikle büyük büyük bir sayıydı o zamana göre, elbette Hypatia’nın bu denli ilerlemesinde hatta eğitim görmesindeki en büyük unsur  babası ünlü bilim insanı matematikçi ve  gökbilimci olan Theon’dur.

Kendisi Yeni Platon öğretisine bağlı olarak duruşunu sergiledi Hpatia, Atina Akademisi Eudoxus’ün başını çektiği ki Eudoxus bir Antik yunan matematikçisi ve astronomuydu sayılarla arası iyiydi ki sayılar teorisini ilk geliştirenler arasındadır kendileri. ilk kez Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerine sistemik bir açıklama getirir sadece açıklamayla da kalmaz Eudoxus geometriyi uzay bilimde kullanır, teori ve gözlem arasındaki bağı incelemeye başlar gözlemlerinden sonra da geze. M geleneğine üye idi. Hypatia doğayı; mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı. bir çok konuda tartışmalar öne sürdü. Ayrıca Platon Sicilya’dayken  akademiyi bizzat kendisi yönetmiştir. Biraz da İskenderiye’nin kuruluşundan bahsetmek isterim.
İskenderiye, Makedonya kralı ve Aristo’nun öğrencisi Büyük İskender tarafından İ Ö 332 yılında Mısır’da kurulmuş bir kenttir. İskender’in ölümünden (İ Ö 323) sonra, İskender’in en güvendiği general olan Ptolemaios ve ailesi tarafından yönetildi. Çok büyük bir üniversite ve kitaplık kuruldu. Çağın en önemli kültür merkezlerinden biri oldu. Bu kentte salt Yunanlılar ve Mısırlılar değil Yahudiler de yaşıyordu. Hatta o çağların en önemli Yahudi kentiydi. Unutulmamalı ki İskenderiyeliler bir süre için Roma İmparatorluğu’ndan bağımsızlıklarını korumaya zar zor baş kaldırabildilerse de, 80 yılında pes ettiler.
Hypatia’ya dönmek gerekirse
felsefe-620x350
Babası Theon İskenderiye de matematik hocasıydı. zamanla ilerleyerek üniversitenin yöneticisi oldu. Hypatia, günümüz Türkiye’sinde eksik olan ortamın zıttı olan İskenderiye’deki zengin bilim ortamından yararlandı. Daha genç yıllarına toplumun eksiği olan soru sormayı, araştırmayı ve kuşku duymayı öğrendi. Theon, kızını kusursuz bir insan olarak yetiştirmek istiyordu. Kızının eğitimini üstlendi, hem öğretmeni, hem oyun arkadaşı oldu. El sanatlar, şiir felsefe, din, astronomi, astroloji, matematik konularında eksiksiz bilgilenmesi için elinden ne geliyorsa yaptı. Çok iyi bir öğretmendi. Öğrettiği konular seviyor ve sevgisini karşısındakine aktarabiliyordu. O dönemde ortaya çıkan ve dünyanın o bölgesinde bilinen dinlerin hepsini kızına öğretti. Dogma düşüncelere ve dinlere saplanmasına izin vermedi.(Celal Şengör dine tekme atılmadıkça Türkiye’nin ve Ortadoğu coğrafyasının gelişemeyeceğini söyler)
Ve Theon Kızına şu iki önemli sözü söyler
Bütün dogmatik dinler yanlışlarla doludur ve kendine saygısı olan bir kimse tarafından son gerçek olarak kabul edilmemelidir 
ve
Düşünme hakkını hep kullanmalısın, çünkü yanlış düşünmek, hiç düşünmemekten yeğdir.
daha sonra kızı babasının ve kendi öğrendiklerine katıp şöyle yazar;
Masallar masal diye, efsaneler efsane diye anlatılmalıdır. Boş inançların gerçek diye öğretmekten  daha korkunç bir şey olamaz. Çocuk aklı bunları kabul eder ve çocuk yanlış şeylere inanır. Bu yanlış inançlardan arınmak çok zor olur, uzun yıllar alır. İnsanlar bo inançlara bir gerçekmiş gibi inanıp uğruna dövüşürler. Hatta boş inançlar uğruna daha fazla dövüşürler, çünkü boş inanç öylesine elle tutulamazdır ki çürütülmesi neredeyse olanaksızdır.
Hypatia biraz büyüdükten sona yeni görüşler adına dünyayı dolaşmaya çıktı kimisi 10 yıl der kimisi ise 1 yıl Atina’ya ve Roma’ya gitti Plutark’tan dersler aldı ve kendisini geliştirdi.
Kızının sadece salt zihinsel değil, bedensel gelişmesine de gereken önemi verdi. Günün belli saatleri spora ayrılmıştı,  Hypatia’ya yüzmesini, kürek çekmesini, ata binmesini, dağa tırmanmasını öğretendi.
alfred_seifert_hypatia
 Hitabet, Yunanlılarda hem bir bilim, hem de bir sanattı. Hypatia güzel ve etkili konuşmasını da öğrendi. Güzel sözcükleri seçmeyi, doğru mantığı kullanmayı, düşüncelerini nasıl dile getirirse etkili olacağını, ne zaman fısıldayıp ne zaman sesini yükseltmesi gerektiğini hayatına katarak öğrendi. Theon kızına aldatıcı ve kandırıcı güzel dillerden sakınmasını gerektiğinde söylemeyi unutmadı Geçiciyle kalıcı arasındaki ayrımı, neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu anlattı. Kısacası, Theon, kızının her anını değerlendirdi. Bir oya gibi işledi genç kızını değerli ve bir o kadar da önemliydi.

Hypatia, yeni eflatuncular denilen bir düşünce okulundan sayardı kendini.Bu okulun bilimsel düşünme yöntemi Hristiyanların dogmatik ve bağnaz düşünceleriyle çelişiyordu.
İs 412 yılında, İskenderiye Patrikanesinin başına Kiril adında bir adam atandı. bu adamdan bahsetmek istiyorum.
Kiril çöllerde oruç tutup dua eden sofu bir Hristiyandı. Gene de dünya işlerinden elini ayağını çekmemişti

%ce%b1%ce%bd%cf%8e%ce%bd%cf%85%ce%bc%ce%bf220
Kiril Temsili Resim

Kiril iyi bir konuşmacıydı ve insanları kullanmasını, etkilemesini iyi biliyordu. “Parabolari” denilen bir çapulcu ordusu emrindeydi. Bu Parabolariler  günümüzde kurulan ve kızılaya öncülük eden Kızılhaç görevini görüyorlardı. Daha sonra amaçlarından sapıp, çalıp çırpmaya başladılar. Kiril Paganlara saldırmaya en zayıflarından başladı Çok yakıp yıktı, çok suçsuz insan öldürdüler Sonra da İskenderiye’nin kuruluşundan bu yana özel yasalarla korunan ve barış içinde yaşayan Yahudilere yüklendiler. Tapınma yerlerini yani havralarını yerle bir edip onları kentten sürdü.Bu olanlara karşı Roma Mısır valisi Orestesi atadı. Çağına göre aydın sayılabilecek olan
indir
Orestes Hypatia’nın da yakın bir arkadaşıydı Kiril’in yaptıklarını  Roma Meclisine ilettiyse de bir sonuç elde edemedi. Bir gün, Orestes arabasıyla yoldan geçerken 500 kadar rahip Orestes’e saldırıp  öldürmek ister. Orestes, Hristiyan olduğunu söylese de bir yararını g
öremez. Taş yağmuruna tutulur. Yaralanan Orestes’i  son anda ölümden halk kurtarır. Orestes, kendini yaralayanın cezasını orada ve o anda verir: ölümdür. Kiril daha sonra Orestes’in öldürttüğü kişiyi büyük bir törenle katedrale gömdürür ve adını Thaumasius’a  yani “Mükemmel” olarak değiştirir.

Kiril elinde tuttuğu yalnız dinsel gücü değil, siyasi gücü de eline geçirmek istiyordu. Bu nedenle Orestes ve yandaşları yok edilmeliydi, en azından Orestes zayıflatılmalıydı. Hypatia, Orestes’in yakın arkadaşlarının en önemlisi ve en başta gelenlerindendi. Hem saygındı, hem bilgiliydi, hem iyi konuşurdu, hem de ünlüydü.
turkansaylan4
Hypatia ortadan kaldırılmalıydı Orestes’le Kiril’in dostluklarına tek engelin Hypatia olduğu ve Kiril’e kızoğlankız  bir adak gerektiği söylentileri yayılmaya başlamıştı kentte. Matematik tarihinin en korkunç cinayeti için ortam hazırlanmıştır. Kışkırtmacıların da yardımıyla da, çapulcular, işsizler, cahiller Hristiyan olmayan Hypatia’ya karşı kışkırtılmıştı, Hypatia, üniversitesinin önünde arabasındayken bu canavarların hücumuna uğrar. Önce soyarlar, sonra midye kabuklarıyla etlerini parçalayıp ateşe atarlar.

Hypatia ve İskenderiye’yle ilgili ve o zamanın yapısını görsel olarak görmek istiyorsanız Agora adlı etkileyici filmi izleyebilirsiniz.
agora-007
Yararlanılan Kaynaklar;Kiril (Cyril) üzerine bilgiler, Edward Gibbon’un (1737-1794) Decline and Fall of the Roman Empire adlı yapıtından elde edilmiştir. (03.11.2016)
mort_de_la_philosophe_hypatie