disiplin ve güvenlik düzeni
MİLİTARİZM
VE MİLLİYETÇİLİK
Prof. Dr. Nilgün TOKER
İnsanlığın bir kısmının cehennemi
bu dünyada görmek zorunda bırakıldığı bir zamanın tanıkları, cehennemi insansal
tarihe sokan şeyin ne olduğunu, insanlığın neye kurban edildiğini anlama sorumluluğuyla
karşı karşıyalar. Cehennemi insansal tarihe sokan şey, insanlığı bir tahakküm
sisteminin nesnesi haline getiren şey, kapitalizmin hegemonik yayılımıdır.
Kapitalizmin sistemik yayılımı, tahakkümünü her zaman bir savaş pratiğiyle
gerçekleştirdiğinden, aslında cehennemi bu dünyada yaşamanın nedeni, doğrudan
güce dayalı kapitalist egemenlik sistemi ve bu sistemin militarist yapısıdır.
Devletin bir güç tekeli olarak
tanımlandığı ve cisimleştirildiği bir egemenlik sisteminin temel yapısı olarak
militarizmin bugün ulaştığı nokta, toplumların bir yandan güvenlik/korku
gerilimiyle zor-şiddet ve tahakküme boyun eğdirildikleri, öte yandan da giderek
bir diğerini yok saymaya, dolayısıyla yok edilişini meşru görmeye kadar varan
milliyetçilik ideolojisi içinde toplumların kendi insanlık durumunu kavrama
kabiliyeti ve bu durumu değiştirme iradelerinin ortadan kaldırıldığı bir savaş
ve ayrımcılık diyalektiğinin açığa çıktığı bir noktadır.
Gelinen nokta modern devletin
kapitalist üretim ilişkilerine dayalı organizasyonunun ve bir üretim
mantığına göre biçimlenmiş toplumsallığa dayalı egemenlik sisteminin dünya
ölçeğine yayılma sürecinin bir sonucudur. içinde yer alacak tüm öğelerin
yerinin ve işlevinin belirlendiği, dolayısıyla toplumun üyelerinin her birinin
düzenin bir parçası olarak işlemesinin sağlandığı bir kontrol düzeni olarak
modern devlet, toplumsal varoluşu işlev ve çıkara dayalı bir varoluşa
indirgediğinden, insanlar arası doğal bağların yerine devletin varlık nedeni
etrafında biçimlendirilmiş yeni bir ‘anlam’ düzenini de kendisiyle beraber
tesis eder. Aslında varoluş tarzları bakımından aynılaştırılmış ama işlevleri
bakımından farklılaştırılmış geometrik cisimler gibi tanımlanan toplumsal
varlıkları bir arada tutacak geometrik sistemin tesisidir modern devlet. Atomik
cisimler olarak insanları bir arada tutacak olan, bu insanlar arasındaki özsel
bir bağ değil, içinde yer aldıkları sistemik bütünlük olacaktır. Çünkü modern
devletin nesnesi olarak yapılandırılmış olan toplumsallığın niteliği, devletin
varlık nedeniyle biçimlenmiştir. Toplumsallığı işlevsel bir birara- dalık
olarak tanımlayan modern devletin toplumsal üyeleri, bir düzen içinde
yaşayabilmelerinin koşulu olarak, devletçe taşınan düzen ilkesine uymak,
itaat etmek zorundadırlar. Bu toplumsallık, bir itaat ilişkisinin gerektirdiği
ödev ve sorumluluk ağıdır; düzenin gerektirdiği normatif yapı altında herkesin
ödevleri ve sorumlulukları belirlenmiş olan bir yapıdır. Hak ve yetkilerin
yerine getirilecek işleve uygun olarak dağıtıldığı bu hiyerarşik disiplin
toplumunun temel niteliği, o halde, militarizmin temel niteliğiyle örtüşmekte,
daha doğrusu modern toplumsal düzen askeri bir düzene referansla kurulmuş
görülmektedir. Bu durumda, modern güç devleti, bizzat militarizmdir. Böylece,
devlete ve onun taşıyıcısı olduğu düzen ilkesine bağlanmakla birbirlerine
bağlanacak olan bu insan yığınının bütünleştirici ilkesi devletin taşıdığı
ilke olacaktır. O halde birbirleriyle hiçbir özsel bağları
olmayan atomize insanları birleştirici güç olarak devlet, bir yandan bir şiddet
tekeli olarak güç uygulanışıyla insanları bir arada tutmak, diğer yandan da
bu bir aradalığa tıpkı bir aradalığın kendisi gibi ‘yapay’ bir değer atfederek
ve böylece bir toplumsal kimlik yaratarak güç egemenliğini meşru-
laştıracaktır. Modern devletin yapısı gereği militarist bir devlet olmasının
ve bu militarizmin ancak bir ‘yapay’ milliyetçilik ideolojisiyle sürdürülebilir
olmasının nedeni budur. Çünkü ancak böyle bir ideoloji ve bu türden bir güç
sistemi aracılığıyla modern devlet, kapitalist üretim ilişkilerinin talep ettiği
düzeni tesis edebilir ve bu yolla bir yandan düzene uygun insanı biçimlendirme
araçlarını, diğer yandan da bu düzeni muhafaza edecek aygıtları içinde taşıyan
örgütlü bir güç olarak kurumsallaşır.
Aslında modern
egemenlik sisteminin yapısı gereği militarist olmasına yol açan şey, bu
sistemin bir yandan özel bir çalışma ve dolayısıyla disiplin düzeni talebine,
diğer yandan da korku ve güvenlik talebi gerilimine dayanmasıdır. Bu durumda
bu iki talebin nasıl ve hangi nedenlerle militarist bir yapıyı ön
gerektirdiklerine bakmak gerekir.
Bir çalışma ve dolayısıyla disiplin düzeni, yukarıda
belirtilen bir işleve dayalı örgütlenme biçimini talep eder. Bu örgütlenme
biçimi, parçaların anlamı ve tanımını içinde yer aldıkları sistemik yapıdan
aldıkları, bu işlev ve yer dışında bir tanıma sahip olmadıkları bir düzendir.
Ancak teknik ve araçsal bir akıl aracılığıyla tesis edilebilecek olan bu düzende,
düzenin parçaları olmak bakımından tikelleştirilmiş; ama ancak düzen içinde
bir anlam taşıyabilir olmak bakımından da tüm tikellikleri aşan bir tümellik
içinde eritilmiş bir insansal varoluş biçimlendirilir. Böylece artık,
insanların edimleri ‘kendi’ edimleri değil, bu düzenin mantığınca belirlenmiş
bir işlevi yerine getirme edimleridir. Bu tür bir düzenleme ancak şiddet, zor,
baskı, manipülas- yon ve tahakküm aracılığıyla gerçekleşebilir. Bu düzen içinde
gerçekleşecek her edim anlamını sistemin mantığından aldığı için, ancak sistemin
mantığına uygun edimlerin onaylanacağı bir belirlenimler alanı olarak toplum
yaratılır.
Kapitalist üretim
ilişkilerinin bir çalışma düzeni içinde tesisi anlamına gelen bu yapıda temel
toplumsal nitelik, uyma/itaat olmak zorundadır. Çünkü ancak her bir öğenin
tanımını aldığı, yoksa tanımsız, dolayısıyla sistem dışında kalacağı bir örgütlenme
modelinde, toplumun üyesi olmayı sürdürmenin tek yolu, toplumun düzenleyici
ilkesine uymadır. Uyma/itaat davranışı, eylemlerin insanın kendi akıl ve istemi
doğrultusunda değil, kendisi dışından gelen bir davranış kılavuzluğuna uygun
halde gerçekleştirilmesi demektir. itaat bir yandan güç/şiddet tekeli devletin
zor, baskı ve kontrol araçlarıyla sağlanır; ancak öte yandan toplumsal itaat
düzenini yerleşikleştirecek bir ideolojik mani- pülasyon aracılığıyla. Bir
itaat düzenini hem zor ve şiddet araçlarıyla hem de bireylerin itaat davranışlarını
meşrulaştıracak bir ödev ideolojisiyle tesis etmek, militarizmin en temel
niteliğidir. Çünkü ‘askeri’ düzen uyma/itaatin hem ahlaksal olarak
meşrulaştırıldığı hem de yerine getirilmesi hedeflenen işlev gereği zorunlu
olduğu bir düzendir. O halde itaati gerektiren bir çalışma, disiplin toplumu
olması bakımından modern toplum militarist bir düzen içinde örgütlenmiştir.
Modern kapitalist toplum
düzeninin, moderni- te öncesi yalnızca ordulara ait olan bir niteliği, militarizmi,
toplumsal düzenin kendisine taşımasının nedeni bu tür bir itaat toplumu yaratma
hedefidir. Kapitalist üretim ilişkilerinin dayandığı sömürü, emeğin sermaye
tarafından mal edilmesi mantığı, çalışma alanının özel bir biçimde
düzenlenmesini gerektirmiştir. Fabrika sembolünde düşünülebilecek bu mantık,
fabrikanın bir makine, üretim faaliyetinin de makinenin işleyişine
indirgenmesiyle, üretici güçler makinenin işleyişinin bir öğesi yapılmış ve
sistem makine düzeneğinde oluşturulmuştur. Böylece emek ve ürün arasındaki
ilişki de do- layımlanarak kopartılmış ve çalışma ortamı bizzat bu dolayımın
yerleşikleştirildiği bir parça-bütün ortamı olarak kurumsallaştırılmıştır.
Modern çalışma yaşamında
‘fabrika’nın sembolize ettiği şey, hiyerarşik bir toplumsal düzenin kendisidir
ve modernite öncesi ordulara ait olan disiplin, düzene uyma ve önceden
belirlenmiş, bildirilmiş eylemi gerçekleştirme nitelikleriyle donatılmıştır.
Bu, militarizmin modern toplumda sadece orduların bir karakteri olmayacağı,
bizzat toplumsal düzenin yapısının militarist olması gerektiği anlamına
gelir. Çünkü fabrika, herkesin işlevi ve değerinin bu fabrika düzeninde
konumlandığı yere bağlı olduğu bir düzenlemedir. Kimsenin bu işlev dışında bir
tanıma sahip olmadığı fabrika düzeni, emekçiyi fabrika düzeninin belirlenmiş
bir öğesine dönüştürdüğünde aslında onun otonomisini de ortadan kaldırmıştır.
Artık bu düzen içinde emek dönüştürücü bir etkinlik değil, kendisi dışında
belirlenen bir modele uygun üretim etkinliğinin, bir imalat etkinliğinin
öğesi haline gelir. Emeğin nite- liksizleştirilmesi, emeğin öznesinin,
taşıyıcısının da niteliksizleştirilmesi demektir. Burada söz konusu olan artık
sadece bir sistemin, düzeneğin parçası olmakla anlam taşıyacak, bunun dışında
değersiz- leşecek bir varoluş halidir.
Modern toplum, bu çalışma düzeneğinin insan- sal
yaşamın tüm alanlarına yayıldığı bir toplum düzenidir. Bu toplumda herkes
indirgendiği işlev nedeniyle bir tekilliğe kapatılmıştır ve bu tekil varoluşlar
arasındaki mümkün tek bağ, sistemin tesis ettiği düzenektir. Bu nedenle sistem
düzeneğin işleyişini engelleyecek en ufak bir ‘uymama’ halini görmezden bile
gelemez. Çünkü bir ‘uymama’ sistemin, makinenin, fabrikanın işleyişinde
aksaklık yaratacak ve bozacaktır.
Bu yapıda zor, baskı ve şiddetin egemenliğini
meşrulaştıran değerler sisteminin de yapının talep ettiği sistemik bütünlüğü,
sistemin tüm öğelerince içselleştirilecek bir değerler sistemi olması kaçınılmazdır.
Toplumu ayrışmaz bir bütünlük olarak tesis etmek zorunda kalan ve devleti bu
bütünlük ve birliğin sağlayıcısı ve taşıyıcısı kılan modern toplumsallık
tasavvuruna eşlik edecek olan değerler sistemi, tam da bu bütünlük, birlik ve
hatta ayrışmaz aynılık ilkesine dayanacaktır. Modern milliyetçiliğin kökeni
olacak olan bu devlet ve onun taşıyıcısı olduğu ilkeye bağlanarak nitelik,
tanım kazanma olgusunun kaynağı buradadır. Militarist bir toplum yapısı ancak
ona uygun bir değerler sisteminin tesisiyle devam edebilir. O halde, bu değerler
sisteminin esas karakteri, her bir üyenin kendisine tanım veren sistemik bağa
uymayı aynı zamanda ahlaksal bir ödev olarak tanımlamasını sağlamak
olacaktır. Bu, devlete ve onun ilkesine bağlanma ve bu ilkeye uygun eylemi
gerçekleştirme ödev ve yükümlülüğüne dayalı bir ahlâkın bizzat devletçe
yapılandırılmasını gerektirir. Bu tür bir ahlâkın içerildiği değerler
manzumesi, sistemin kendi mantığını dayattığı ideolojiyle açığa vurulur. Böylece
teknik, araçsal akıl aracılığıyla tel biçimli bir toplum yapma etkinliğinin
ancak bu toplumun öğelerinin kendi aynılıklarını, taşımak zorunda oldukları,
tersi durumda ‘hiçlik’e düşecekleri bir değer içinde meşrulaştırılabileceği
bir ideoloji aracılığıyla kalıcılaştırılabileceği açık olur.
Kendi insanlık
halini kavrayamayacak kadar kendisine ve aslında kendi hiçleştirilmesine yabancılaşan
bir insansal varoluşun, insanı tarihin öznesi olmaktan çıkaran bir
yabancılaşma halinin bir nitelikmişçesine insanlarca taşınabilir olmasını
mümkün kılan şey, bu ideolojidir. Yapma bir toplumsallık bağının, doğal bir
nitelikmişçesine taşınabilmesini mümkün kılan, milliyetçiliktir. Bu durum,
modern milliyetçiliğin sadece bir ırk, kültürü temele alan bir ideoloji
olmadığını, bir ulus, devlet tanımına dayalı yapma bir kimliğe dayalı bir ideolojinin
de milliyetçi bir ideoloji olduğunun göstergesidir.
Bir üretim ilişkileri düzeni olarak modern devletin,
yapısı gereği militarist bir düzen olduğunu ve bu düzenin ancak milliyetçi bir
ideolojiyle kalıcı- laştırılabileceğini, bugün içinde yaşanılan insanlık
halinin kaynaklarını göstermesi bakımından önemlidir. Modern devletin, bu
türden bir düzen olmasının temel nedenlerinden birisi, bir kapitalist üretim
ve çalışma düzeni olmasıysa, bir diğer nedeni de, modern üretim biçiminin
tanımladığı insan olma halidir. Modern devlet, yukarıda belirtildiği gibi,
insanın bir çıkar, istek öznesi olduğu, toplumsal düzenin de insanların
çıkarının en yüksek tatminini gerçekleştirecek bir düzenleme olduğu anlayışıyla
tesis edildiğinden, insanlar arası ilişkiyi devletin düzenleyici gücü
olmaksızın zorunlu olarak bir çatışma ilişkisi olarak tasavvur eder. Bu anlamda
o, toplumu çıkarların güvenlikli tatmini ortamı olarak tanımlar. insanlar
arası ilişkinin ‘birbirlerine doğası gereği düşman insanların bir arada
tutulması’ olarak tanımlanması, devletin korku ve güvenlik geriliminde
yapılandırılan bir kurum olması sonucunu doğurur. Başka deyişle modern
devletin yapısı gereği militarist olmasını sağlayan şey, modern devletin kurucu
idesinin korku kavramında temellenen güvenlik talebi olmasıdır. Korkunun
içselleştirilmesine dayalı bu türden bir güvenlik organizasyonu, zorunlu olarak
militaristtir.
Korku, insanları sürekli diğerine karşı bir güvenlik
duvarı içinde yaşamaya iten bir kurucu ilke olduğunda, düzenin devamının
savunulması tam da bu korkudan kurtulma temelinde sağlanır. Militarizm, bir
korku rejimi olduğu için, insanlar arası ilişkiyi dost-düşman kavramlarıyla
kategorize ederek insanların bir grubunun başka insan topluluklarının yok
edilmesini onaylamasını, meşrulaştırıl- masını sağlayacak, hatta bu yok etmeye
bizzat katılmasını, değilse de bu yok edişi seyretmesini sağlayacak
biçimlendirilmiş bir zihin durumunu yaratır. Dost-düşman kategorileriyle
biçimlendirilen homojen bir toplum yaratma ve bu toplumu her türlü başka olana
karşı bir korku ile besleme işleminin ideolojik çerçevesi milliyetçilikle
sağlanır. Milliyetçilik, militarist bir devlet örgütlenmesi altında
‘bütünleştirilen’, karakterini ve kimliğini devletin taşıdığı ve vazettiği
hakikatten alan toplumların başka olana, aynılaşmamış olana, farklılık
taleplerine karşı dışlama, reddetme ve giderek yok etme tavrını
içselleştirmesini sağlayan bir ideolojik çerçeve olması bakımından,
militarizmin ideolojisidir. Ulusal, ırksal, kültürel öz tanımlarına dayalı
milliyetçiliklere, dünya ölçeğinde bir refah milliyetçiliğinin de eklendiği
göz önüne alınırsa, neo-liberal yayılmacı politikanın özü gereği milliyetçi
olduğu ve her türlü milliyetçiliği militarist bir dünya düzeni için
destekleyeceği açık olur. Bugün, ayrımcılığın küresel bir boyuta ulaşmasının
ardında yatan şey, tam da bu militarist hegemonya ve buna eşlik eden milliyetçi
ideolojilerdir.
Tüm bu
açıklamalarla gösterilmeye çalışıldığı gibi militarizm, ordulara ait bir
nitelik değildir ve milliyetçilik militarist bir devlet düzeninin ideolojisidir.
Militarizmin yalnızca savaş durumlarında içine girilen bir yaşayış hali
olmadığının, belli bir üretim ilişkisi ve bu ilişkiye uygun yaşama modelinin
yapılandırılması demek olduğunu göstermeye çalışan bu açıklamaların doğrudan
gösterdiği şey, militarist bir devletin bekasını ancak milliyetçi bir ideoloji
aracılığıyla sağlayabileceğidir.
Modern devletin bir karakteristiği olarak militarizm,
devletin bizzat militer güç aracılığıyla kurulduğu, dolayısıyla devletin
kurucu güç ve kurumu olmak bakımından devletin varlığının ‘gerçek’
taşıyıcısının ordu olduğu durumlarda daha da katmanlı ve ağır bir militarist
zor düzeni açığa çıkar.
Bu tür düzenin
ideolojisinin de zorunlu olarak bir milliyetçilik türü olacağı açıktır.
Görüldüğü gibi modern devlet, gerçekte de düzen kavramı üzerinden açıklanması
gereken bir yapılanmadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin talep ettiği yeni
düzen ve dolayısıyla akılsallığın doğuşu olarak tanımlanabilecek modern
devletin, bu devletin ortaya çıktığı batı toplumları dışında var edilme koşulu,
bu modernleşmenin bir süreç olarak değil, bir yöntem, model olarak görülmesi
ve bu modelin batının kendiliğinden sürecinden farklı olan toplumlara da
uygulanabileceğinin düşünülmesi gerekir. Poziti- vist bir bakış açısı olarak
adlandırılabilecek bu uygulama modeliyle yaratılacak bir ‘yeni’ toplumun, daha
baştan imâl edilmiş bir toplum olacağı açıktır. Bu imâl etme etkinliğini
yerine getirecek olan irade ve bu etkinliğe kılavuzluk edecek olan akıl böylece
tek bir elde, devlette toplanır. Bu, yeni toplumun varlığını devlete borçlu
olmak bakımından özü gereği devletçi olacak bir toplumsallık biçimi olması
sonucunu doğurur. Çünkü bu devlet, modern bir devlet imgesine ve modeline göre
kendisini inşa ederken, aslında yeni bir düzen ve bu düzen içinde anlam
kazanan toplumsallık yaratmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini modern bir devlet
olarak örgütleme süreci, işte bu pozitivist modelin bir örneğidir. Cumhuriyetin
kurumsallaşma modelinde toplum, devlet ve onun esas öğesi ordu tarafından imâl
edilmiş bir toplumdur. Bu imâl edilmiş, yapma toplumsallık ağı, kendisini ancak
yapıcısında tanımlayabileceği için de devlet, yapıcı ve hatta yaratıcı gücü
nedeniyle aşkınlaşmış ve her türlü bilgi, değer ve anlamın belirleyicisi, hatta
kaynağı olarak kendisini kurumsallaştırmıştır. Bu tür bir yapı içinde
Türkiye’de modern devletin oluşumu, aslında bir modelin cisimleştirilmesi,
uygulanması etkinliğidir. Bu modelin yapısı gereği militarist olduğunu
biliyoruz. O halde militarist bir modelin gerektirdiği milliyetçi ideoloji de
daha bu devletin kendisini tesis ettiği anda açığa çıkarılması gereken yeni
değerler manzumesi olacaktır.
Bu modernleşme pratiğine, bu pratikte ordunun kurucu
rolü de eklendiğinde görülür ki, askerce kurulmuş, askerle sürdürülmüş ve
askere emanet edilmiş bir toplumsal birlik, militarizmi artık sadece
toplumsallığın içerdiği bir yapı olarak değil, aynı zamanda toplumsallığını
borçlu olduğu bir sistem olarak taşıyacaktır. Bu nedenle Türkiye’de devlet,
militarist devlettir ve hatta militarizm devletin esasıdır; ama aynı zamanda
toplum militarist bir ideolojiyle biçimlendirilmiş toplumdur ve hatta toplumun
bu ideoloji dışında - dini saymazsak- hiçbir ortak bağı yoktur. Böylece
toplumun yüreğine işleyen militarist ruh, bir yandan ordunun en güçlü siyasal
aygıt olarak varlığına meşruiyet kazandırdığı, ordunun devletin şiddet
tekelinin çıplak güçle uygulanması anlamına gelen şiddet, zor ve tahakküm edimleri
karşısında toplumun sessizliği ve hatta çoğunlukla onayı da sağladığı gibi,
diğer yandan da kendisini bir toplumsal ‘bütün’ olarak algılayabilmesinin de
tek dayanağıdır. Aslında militarist ruhta, bir savaş diyalektiği içinden
yaratılan bu devletin, daha baştan korkunun yol açtığı güvenlik ve düzen
ihtiyacıyla meşrulaştırılması ve devletin bu korkuyu sürekli kılıp, topluma
içselleştirmesi de belirleyici etmendir.
Bu devletin, tahakküm gücünün onun militarist
karakterinden geldiği açık. Ancak daha öncede belirtildiği gibi bir tahakküm
sistemi, tüm topluma içselleştirilmiş milliyetçi bir değerler manzumesiyle
varlığını sürdürebilir. Bu değerler, toplumun hem neredeyse kendisine uygulanan
zor, baskı, kontrol ve şiddeti meşrulaştırmasını hem de devletin toplumun
aynılığına girmeyenlere yönelik kimi zaman yok etmeye varacak bir şiddeti
onaylamasını sağlar. Bir devletin üyesi olmayı, bu devletin yapısına yönelik
en küçük bir değişiklik talebini bile kendi kimliğine saldıracak denli tek
kimlik kaynağı yapan milliyetçiliğin kaynağı buradadır.
Militarist bir mantıkla imâl edilmiş bir millet olmanın
neredeyse zorunlu bir sonucu gibi görülebilecek olan militarist ruh ve onun
ürettiği milliyetçilik, toplumu aynılaşmış insanlar birliği olarak kavramaya yol
açar. Bu kavrayış, aynılaşmanın reddedildiği, farklılığın gösterildiği her
durumu, toplumun kendisine bir aykırılık olarak tanımlayacağı için, toplumun
tüm üyeleri neredeyse sürekli bir ‘tercihini yap!’ tehdidiyle karşı
karşıyadırlar. Çünkü bu kavrayış, farklı olmanın ilânında topluma ait olmama
ilânının gizli olduğunu iddia edebilecek kör bir milliyetçilik kavrayışıdır.
Bir toplum olmanın, devlete kayıtsız şartsız itaate bağlı olduğu şeklindeki
bir ‘yapma’ toplumsal kimliğe dayandırılan bu milliyetçilik, toplumun otonom
bir iradeye sahip olmasının önünde devletten gelen baskı, zor ve şiddetten
daha büyük bir engeldir.*
Türk Tabipleri Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi (MSG), Cilt 7, Sayı 27 (2006)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder